;

Cumartesi, Aralık 29, 2012

Bir şey düşündüm de..

   Çok güzel yerler var, sen burada olsun diyorsun. Çok güzel/yakışıklı insanlar var, sen o olsa diyorsun. Sana çok güzel sözler söylemeyi bilenler var, sen bir şey demese de olur diyorsun. Seni hediyelere, lükse boğabilecekler var, sen diyorsun ki bu onun tişörtü, bilmemneyi. Seni arabasına atıp tatillere götürecekler var, bu tatilde onunla birlikte evde olsak diyorsun. Çok şey yapabileceğin dakikaların var, sen onu düşünüyorsun. Bir bakıyorsun onun sevmediklerini yapmıyorsun ya da onun önerdiklerini istemsiz yapmaya başlıyorsun. Eskiden sürekli yanında olan insan artık seni düşündüğünü belli eden bir şey yapınca kalbin deli gibi çarpıyor, alıyor başını gidiyor. Afedersin ama temiz bir dayağı hak ediyorsun biliyor musun? Neden zamanında demiyorsun tüm bu şeyleri, neden zamanında çıldırmıyor kalbin ve neden sadece sevmiyorsun akışına bırakarak elinden geldiğince? Neden şuan aklına gelmeyen şeylerle sorun çıkarmayı yeğliyorsun o özel günlerde? Neden sadece koltukta otururken 'şu cipsi uzatır mısın' demenin yakınlığının, kolunun bacağının herhangi bir dokunuşun sıcaklığının, 'kenara çekilir misin tvyi göremiyorum' demenin rahatlığının tadını çıkarmıyorsun? Şimdi hatırladıkların bunlarken neden ebelek gübelek şeyleri dert etmiştin ve bazen de etmeye devam ediyorsun? Belki 10 gün boyunca o koltukta cips yiyerek televizyon izlemeyi isterken şimdi mutlu musun? Sence de hak etmiyor musun dayağın en iyisini? Sadece sen değil belki bende. Herkes böyle. Yine olsa yine böyle de niye? Entrikasız, kafasında dönen düşüncelersiz, tripsiz, tavırsız haller ne güzel halbuki. Mesela uyurken? Uyurken tüm kalkanlarını teslim edersin ya hani ondan çok tatlı uykunun tadı, hali. Düşünmezsin, kendini teslim edersin tamamen saf bir yolculuktasındır. Sonra gelirsin yolculuktan, uyku mahmurluğunda ondan güzel görünürsün. Yaptığının eminim anlamı vardı o zaman, benimde vardı. Ama şimdi birinci tekil şahıs olan ben, televizyon izliyorum ve cips yiyorum koltukta. 


      
       Yine bir İspanyol filmine gittim bugün. İspanya beni düşünüyor olmalı. Palto film festivalinin programını paylaşmıştım ya geçenlerde onlardan biri bu da. İzlenmesi gerek diye düşünüyorum. Gerçi yanımda oturan kızlar çok sıkılıp 'şimdi kalk desen giderim ayşe' gibisinden konuştular ama ben çok sevdim. Küba'nın başkenti Havana' ya 7 farklı yönetmen farklı açılardan bakıyorlar. En sonunda tabi ki bir kaç bağlantı var gibi dursa da yollar kesişmiyor, görüyorsun ki Havana'da yaşam bu çeşitlilikte. 

 Karşınızda pazartesi: sinema okuluna gelen gencin serüveni başına bir günde gelebilecekler vs. 
 Karşınızda salı: Emir Kustirica'dır sağdaki. Ödül almak için geliyor Havana'ya ve hayatının karışıklığı varken şoförünün yeteneğini fark ediyor vs.







 Karşınızda çarşamba: Cecillia sesi çok güzel bir hatundur. İspanya'ya çağırırlar onu seçim yapması gerekir vs.








  Karşınızda perşembe: Bir çaylağın öyküsü adıyla başlayan bölüm boyunca adamımız insanları gözlemler, işte kızların sıkıldığını fısıldadığı dakikalar bunlardı da adam Havana' nın çaresiz yüzü olmuş napsın?





  Karşınızda cuma: Kızımız bir gecenin etkisiyle homoseksüel bir ilişki yaşar ve ailesi fark edince ayin başlar, enterasan sahnelerdi doğrusu. Bu da Havana' nın bağnaz yüzü olsa gerek dedim ben.






   Karşınızda cumartesi: Cecillia' nın ailesini fark ediyoruz bu kısımda ve Cecillia' nın sonunu görüyoruz. Aslında bu bölümde daha sevdiğim bir sahne vardı bana çok güzel şeyler anımsattı, onu paylaşmak isterdim ne yazık ki bulamadım her güzel şey gibi bana kaldı o da :)





  Karşınızda pazar: Şuradaki sarı elbiseli teyzemizin rüyasında Meryem'i görmesi ve ondan istediklerini gerçekleştirmesi ile devam eder. 










   Bu da benim filmle ilgili naçizane notumdur ki film bana bu yaz ki hayatımı, Malta' yı hatırlattı. Yaşananlar, anlatılanlar, sokaklar, insanlar o kadar çok benziyordu ki filmi daha bir sevdim sanki. Hayatımdaki en güzel deneyimlerinden biri olan Malta' yı tabii ki çok özlüyorum ama zor, başka bir ülkede başka insanlara alışabilmek, onların düşüncelerini kavrayabilmek zaman alıyor. Ama bir o kadar da özletiyor işte. Yine de isteklerimi gerçekleştirebilme fırsatım olduğu için ve özleyebilecek bir tecrübe kazanabildiğim için mutluyum. Bu filmden de bunları düşünerek, yüzümde büyük bir gülümseme ile ayrıldım. Sonuç olarak izleyin, izlettirinlerden. 

Kuaförler aslında çok eğlencelidir

  Hani hep derler ya kadınlar dertlerini dağıtmak için kuaföre giderler, bir şeyler yaptırırlar diye. Yalan o. Aslında yalan değil de sebebi yanlış. Bir şey yaptırmasan da ortam seni mutluluğa sevk ediyor. Aslında kuaför, içeri girdiğin andan itibaren o kadar çeşitli insanın o kadar çeşitli hallere girdiğini görebileceğin tek yerdir. Oradan birinin saçını başını savururlar, bir diğeri tamamen ıslak saçla abuk sabuk bir halde saçı kesilir, öbürü arkadan gelir yüzü gözü kızarık, bir başkası kenarda oturur kafasında jelatinle. Ve bunlar normal haller gibi sohbet falan edilir, en kıdemli ev hanımlığı bilgileri paylaşılır. Bugün köşede oturdum ve o kadar eğlendim ki anlatamam, çocuklar gibi şendim. Aslında 12de gitmiştik ve belki 3deki filmin seansına yetişiriz diye planlıyorduk. Ama canım arkadaşım birden 'ben balyaj attırcam' dedi. Şok oldum, atkımı falan takıyordum ben o sıra halbuki. Balyaj dediğimiz olay saçın arasına tutam tutam farklı renk atılması ki yaklaşık 2 saat sürer. Kuaförden çıktığımızda saat 4 olmuştu ama inan sıkılmadım, bir de meç attırıcam dese beklerdim(meç ne pek bilemiyorum bende boyayla ilgili bişey o da). Bak bir kaç sahne paylaşayım:


Sevimlilikten ölecekti çocuk ya nasıl uyuyakalmış.

Biz o kadar bekledik ve sonuç bu:
                                       

Cuma, Aralık 28, 2012

Sebepsiz dinleten şarkı

  Demin böyle kendi kendime bir şeylerle uğraşıyordum bir yandan da sourberry açıktı(evet reklam yapıyorum ki dinleyin, çoğ güzel, sourberry gülsün dünya gülsün). Birden bu şarkı çıktı. 'Neydi ya bu?' dedim. Baktım bilmiyorum ama çok tanıdık. O kadar güzel ki kapattım radyoyu sürekli bunu dinledim. Klibi de ayrı bir güzel. Kırmızı etekli, ayakkabılı kız salıncakta sallanıyor bir sahnede ama sanki asmış kendini öyle bir hisse kapılıyorsun. 'Sözleri ne acaba' dedim. Yarısı Fransızca yarısı İngilizce adı da İtalyanca zira. Yok! Hatta yazmışlar sözlüklere sözleri bulunamıyor ama biz azıcığını çıkardık falan diye ama bütünüyle anlayamıyorsun. Güzel olması için anlamını bilmek de gerekmiyor o derece. Dinledim bir daha bende. Dinledim, dinledim, dinl.. 


İki çift lafım olacak

  Haberlerde Mehmet Akif Ersoy'un 76. ölüm yıl dönümü için konuşma yapan başbakanı izledim demin. Diyor ki o büyük bir şairden öte büyük bir din adamıydı. Edebi zekasının yanında İstiklal Marşı'nı yazmadan önce Allah'a yalvardı, bu aciz kuluna yazabilme yetkisi ver dedi diyor. Bu şekilde anma konuşmasını bitirirken, yakın zamanda cereyan eden ODTÜ olaylarına gönderme yapıyor.(Gönderme yaptığını haber kanalı söyledi, ben yine yorum yapmıyorum) Diyor ki AKP gençliğinin elinde taşlar, molotof kokteyli değil, bir elinde Kur'an diğer elinde bilgisayar aklında ilim olacak. Sesi son sözlerde yükseliyor, arşı aşıyor. Sonra da bir sürü alkış alıyor. Benim midem bulanıyor artık. Bu pek de dert değil. Ben sözleri takdir etmemişim, etmişim ne fark eder. Ama ben üzülüyorum bu konuşmayı alkışlayana, bu konuşmayı alkışlayanın çocuğuna ve eline taş alanın neden aldığını sorgulamayana, bunu sorgulayana elinde Kur'an olamazmış gibi davranana ve de ilimle dini aynı kefede tutan 'cık cık' çılara, dini yaşamayı meşrulaştırana, laikliği çiğneyip tükürene.. Neyse. 

Türk Filmi canımdır


M.S: Genelde kadınlar bir erkeğin evinde ilk defa kaldıklarında çekinirler, siz çay yapmışsınız.
H.K: Yoo, siz eminim bu konuda melek gibisiniz.
M.S: Bir erkek her konuda melek gibi olmayı sevmez ama yine de teşekkür ederim nazik düşünceniz için. 

Perşembe, Aralık 27, 2012

Hellö!

Ne var ne yok?

Geçen gün Hande' ye dediğimden dolayı bana bu maili atmış. 

"Ayrıntılardan arındırsam hayatımı;
desem ki: ben Elsa'yı çok sevdim.
O kadar. Bir kapı aralandı kısaca:
Bir başka dünyada, başka bir çağda
mümkün olabileceğini gördük aşkın.
Usulca kapandı tekrar kapı sonra.

Uzun uzun durmasam üzerinde;
desem ki: ben Elsa'yı çok sevdim.
O kadar. Aşkın başkalarını dışladığı,
sevdanın ille de bire bir yaşandığı yerde,
biri bir başkasını ne kadar sevebilirse,
o kadar sevebildim ben de işte.

Desem ki, böylesi bir dünyada,
böyleyken insan ilişkileri
başka türlü sevemezdik zaten.
Elsa duymuyorsa artık sözlerimi,
ne anlamı olabilir ki dediklerimin!
Sonuç olarak yenildik işte.

Desem ki, yumuşak bir sesle,
baştan yeniktir çağımızda her aşk.
Herkes gibi yenildik işte biz de.
İsyan etmesem, doğal karşılasam
ve ağlamayabilsem.
Ağlamasam.

Desem ki, değişecek birgün herşey,
çıkacak aşk bireylerin tekelinden.
Ne değişir ki bizim için? Ne değişir ki? 
Baştan yeniktir çağımızda her aşk
ve çağımızın çocukları, Elsa'yla ben,
yenildik işte herkes gibi." Roni MARGULIES/ Çağımızda Aşk 


"...Kiraz yiyorlardı, büyük, lezzetli, koyu şarap renginde suyu olan siyah kirazlar. Ve sonra Ruht ona kitabını yüksek sesle okurken Martin raslantıyla, kirazların onun dudağında yapmış olduğu lekeye dikkat etti. Ruth'un kutsallığı o anda parçalandı. O da topraktandı nihayet, o da kendi toprağının ya da herhangi birinin toprağının bağımlı olduğu toprak yasalarına bağımlıydı. Onun dudakları da Martin'inki gibi ettendi ve kirazlar kendisininkiler gibi onları da boyamıştı. Ve eğer dudakları için bu böyleyse o zaman onun bütünü için de bu böyledir. O, kadındı, herhangi bir kadın gibi bir kadındı. Martin bunu ansızın fark etti. Bu onu şaşkına çeviren bir keşifti. Bu Martin için sanki güneşin gökten aşağıya düştüğünü görmek ya da tapınılan arılığın kirlendiğini görmek gibi bir şeydi..."      Martin Eden/ Jack London

Çarşamba, Aralık 26, 2012

Astroloji değil tanıyorum diyelim

  Şöyle bir etrafımdaki yakın arkadaşlarımın burçlarını ifşa ederek ayrılık sonrası hallerini karşılaştırmak istiyorum. Ama fark ettim başak ve koç burcundan çok yakın, ayrılığını bildiğim arkadaşım yokmuş onları pas geçiyorum. 


burcu arkadaşım, ayrılıklarında hep kendini suçlardı. Bu yüzden bir yerlere hep saldırırdı. Saldırmak genelde karşı cinste vücut bulurdu, ciddi olmayan avlar seçer onlardan 'sadece takılıyoruz' adı altında hınç alırdı. Anlatmaz, dertleşmez, yardım istemezdi. Halbuki kendisi bizim bu durumlarımızda hep yardım ederdi. Esas oğlanın da canını acıtmak isterdi zaman zaman, acıtırdı da. Çok sevdirir kendini bundan esas oğlan hiç kopamazdı, kimi tekrar ulaşır kimi aklından atamazdı ama esas oğlanlar dayanamazdı aynı zamanda onun diğer hınçlarına. Birden ağlar, gizli gizli ağlamalarını da biliriz biz yakın arkadaşları olarak ama o bilmiyormuşuz gibi davranmamızı isterdi. Bizde öyle yapardık. 

 burcu arkadaşım, ilişkiyi iliklerinde yaşardı. En ufak hata, onun için son olurdu. Onun yaşanan ilişkilerinden çok kopamadıkları olurdu. Bir ismi onun ağzından yıllarca duyabilirdik. Bir günde tanıdığı insanı bile sindirirdi içinde. Bu yüzden ayrılığı çok kanamalı geçerdi. Kahrolur ama bunu saklamaya kalkmazdı. Esas oğlan dahil onun ne kadar acı çektiğini bilirdi. Ona o günlerde anlayışlı olunmalıydı. Ve böyle günlerde en büyük hatası her anı, her sözü tekrar yaşayıp sorgulamasıydı. Her dakikanın onun için anlamı çözülmeli, ayrılığın nedeni bulunmalıydı. Biz arkadaşları olarak rahatlatmaya çalışırdık belki aklı oyalanırdı ama o neden bulmadan bitirmezdi asla kapatmazdı. Neden bulduğunda da bitmezdi, onun için bitmesi esas oğlanı tekrar gördüğünde etkilenmemesi demekti. Ve esas oğlan bir gün karşısındayken o yanına gelmesini istemiyorsa iyileştiğine inanır, eski günlerine hüküm giydirir, davayı kapatırdı. 

burcu arkadaşım, ayrılıklarından sonra çok ağlar, kilo verir, bir süre paspal dolaşır. Yani en dibinde yaşar ayrılığını ama ilk zamanlar. Sonra bir gün 'geçti' diye uyanır hayata tekrar. Tabii ki keyifli bir ortamda, eskiler açıldığında hiçbir şeyi unutmadığını görürüz. Her ayrıntıyı hatırlar, ilk zamanlar anlatmadıklarını da anlatır. Ama bitmiştir bitmişse. Düştüğünde uzun süre yerde kaldığından kalktığında da bir daha düşmez, tabir yerindeyse. Ve ne çabuk geçti demeye kalmadan başkası için çarpmaya başlar kalbi. Ama gerçekten çarpar. Nasıl unuttun ne ara bu oldu deriz biz, unutmadım ki der. 

burcu arkadaşım, ilişkileri çok da umursamadığını söyler. Ama bir gece yatmadan önce 'benim çok içimde kaldı, ne yapmak istedi sormak istiyorum' derdi. Biz de sor tabii derdik. Pişman olurdu ama kendini yiyip bitirmek yerine karşı tarafa sormayı seçerdi. Ondan aldığı cevap ona yeterdi. Üzülürdü belki ama belli etmezdi. Birden patlak verirdi üzüntüleri. Tren garında, dersin ortasında, kahve içilen bir sohbetin içerisinde. Esas oğlanları hiçbir zaman çok suçlayacak bir şey yaşamazdı. İlişkide her adımını düşünüp öyle attığından, kendi kararlarını başkalarına yüklemezdi. Ve her zaman esas oğlanların bir yemek yeme, biraz muhabbet etme şansları olurdu ama o kadar. İkinci şansları gereksiz bulurdu. Doğru olanı beklemeyi seçerdi, ona göre doğru olsa böyle olmazdı. 

 burcu arkadaşım, hiç ayrılmadı gözümün önünde. Ama ayrılma eşiğine geldiğini görmüştüm. Elleri mosmor olmuş, titremeye başlamıştı. Bayılmasından korkmuştum. Ağır atlatırdı eminim. İlişkisinde her şeyin olabileceğine inandığı halde  zor alışır, alıştığından zor kopardı çünkü. Hatta kopamazdı. En kötü hatırladığı insanı bile bir şekilde merak eder, ondan bahsederdi. Eminim ayrılığında yıkılmaz, kahrolmaz, mendiller veya mor gözlerle gezmezdi. Ama asla unutmazdı, bir başkasına alışamazdı. Güvenini kazanmak yıllar sürebilirdi. 

 burcu arkadaşım, ayrılığını içinde yaşamak istemezdi. Sürekli yanında birileri olsun onu teselli etsin, anılarını dinlesin, onunla nefret etsin isterdi ama aşklarına arkadaşları olarak saygımız olsun isterdi. Çok çabuk bağlanıp, kendisini esas oğlana endekslediği için nefret eder, bir daha yapmayacağına yeminler edip yine yapardı. Esas oğlanları da asla unutmazdı. Hiçbir anıyı, mimiği, hareketi de. Zamanla azalırdı bahsetme ya da düşünme sıklığı, ortamının değişmesi, yeni birilerini tanımak hep ona iyi gelirdi. Esas oğlanı tanıyanlardan uzak durmak, anıların yaşandığı yerlere gitmemek onu daha mutlu ederdi. Onu hatırlatacak herhangi bir şeyde içi burkulurdu yıllar geçse bile. Yine de yeni gelene de aynı hız da alışır, endeksleme işlemine girişirdi. Sadece esas oğlanlar kategorileşir hepsinin yeri farklılaşırdı. 

 burcu arkadaşım, ayrılığını karşı tarafa mal edene kadar karakterini, yaşadıklarını, etrafındakileri, kaderi ve bulabildiği her şeyi suçlardı. Esas oğlana çok bağlanmaması gerektiğini bilirdi ama ayrılıklarından sonra bir bakmış ki bağlanmış olurdu. Onun en farklı hali kimseyle paylaşmak istememesiydi. O ayrılıkla ilgili düşüncelerini biz geçince öğrenirdik bir sohbette tesadüfen. Konuşmaz, kafasında her şeyi en çok kendini suçlar da suçlardı. Biz ne desek boş olurdu o kendi çözmeliydi, baş etmeliydi. En son esas oğlanı suçlamaya sıra gelince o kadar çok suçlu çıkardı ki ona karşı hissizleşirdi. Üzüldü tabii ama bir şekilde atlattı derdik biz yakın arkadaşları olarak. Ama üzüldüğünü bile görmez, tahmin ederdik. 

burcu arkadaşım, ayrılıklarında tam anlamıyla yıkılırdı. Onun için ayrılık iki kişinin yürütemediği ilişkinin sonucu değil onun kişisel problemi olurdu. Onu da çok ağlarken, kahrolurken görmezdik. Saklamazdı da üzülürdü çok üzülürdü bu dışına yansımazdı. Güçlü olmayı ilke edinirdi kendine. Ama yakın arkadaşları olarak biz ne kadar problem yaptığını görürdük. Konuşmamıza, paylaşmamıza izin verirdi ama yine de sarsılmaz dimdik durmaya çalışırdı. Bu onu daha çok eğer, bükerdi, ayrılıklarını kendiyle bağdaştırmaması gerektiğine inanmazdı. Onun için çözüm bir başkasının onu hala iyi hissedebileceğine inandırmasıyla olurdu. Çivi çiviyi sökerdi ona göre. Sökmüyorsa kesin çivi de bir hata vardı. Ve burada hatalı hep kendi olurdu ta ki sökülene kadar. 

 burcu arkadaşım, ayrılığını içinde yaşardı. Kafasına takılan birkaç soruyu canı çekerse biz yakın arkadaşlarına sorar, gerisini içinde hallederdi. Biz istediği cevabı vermezsek buna o an inanır yine de kendi istediği cevaba bir süre sonra daha yakın dururdu. Ölçer, tartar ve uzun süre kendiyle yalnız kalmayı seçerdi. Bir gün içini ferahlattığında daha mutlu daha huzurlu olduğunu görürdük. Bazı akşamlar bir sorusuyla geçmediğini düşünürdük yine ama geçerdi sadece o an bizim ne düşündüğümüzü merak ederdi. Her şey onun kafasının içinde olur, biterdi. Çözemezse bu soruların ardı arkası kesilmezdi. Kendini yer bitirirdi. Yine de mutsuz olmaktansa ayrılığı daha kolay çekebilirdi. 

 burcu arkadaşım, ayrılığına üzülürdü, bazı zamanlar içi çekilir gibi gelirdi ona. Yine de pozitifti. Bir akşam karanlığa haykırabilirdi ağlayarak, gülerdi yaptığı hatalara ertesi günde. Duygusal gibi dursa da mantıklıydı hep. Her şeyin ona bir ders verdiğine inanırdı. Beklerdi, izlerdi, bir süre sonra geçtiğini görürdü. Geçsin diye çabalamazdı kalsın diye de. Sadece beklerdi, hayal kurardı, üzülmesi gereken günlerde üzülür sevinmesi gereken günlerde sevinirdi. Bir süre sonra başka biri gelmek isterdi hayatına. İsterse o an gelir, istemezse geçmemiş demekti.  


   Arkadaşlarımın ayrılıklarını genellemek değildi amacım ama ilişkiler farklı olsa da ayrılıklar aynıdır aslında. Birisinin boşluğuna düşme hissi ne nedenle olursa olsun insanda her zaman aynı etkiyi yaratır. İlişkinin yaşanmışlığına göre unutma şekli, üzülme şiddeti, atlatma zamanı farklıdır. Ama diğer günlerin seyri, düşünceler aynıdır. Kendini suçlayan hep kendini suçlar, karşı tarafı suçlayan hep karşı tarafı. Yine de ayrılık sonrası melankolisi hiç konuşmasan bile arkadaşlarla geçirilen en güzel zamana denk düşer. Kahveni, çayını alırsın arkadaşına anlatırsın ya da anlatmazsın onun yanında seni dinleyebilecek olmasını bilmek huzur verir, ayrılığın tek güzel tarafıdır. 

Daha Büyük Şehirle Olmaz

  Sevgili cadı kardeşim geçenlerde aradı. Sadece Neo AVM'de olan bir kampanyadan bahsetti. 'Stoklarla sınırlı! Mutlaka alman gerek!' diye de ekledi. Yılbaşı da yaklaşıyor, sevinsin kız güzel sürprizli olsun diyerek Neo yollarına düştüm. Koruma Kuramları dersinde ne zaman harcadığımı hiç bilmediğim devamsızlıklarımı da düşünerek birkaç saat önce evden çıktım. Ama Eskişehir'in en berbat yönü olan otobüs sorunuyla yine karşılaştım. 29 numarayı tam yarım saat bekledim. Ve ardından 40 dakika da Neo'ya uzanan bir yolculuk yaptım. Yolda neden dersten sonra gitmediğimi düşündüm, cevabını bulamadım. Neyse gittim ki her stoklarla sınırlı ürün gibi bitmişti. Bende buraya kadar geldim madem başka bir hediye alayım dedim, güzelce bir şeyler paketlettirdim. Ve sonrası... Samanyolu'nda yayınlanan 'sır kapısı' tarzı diziler gibi gelişti. 
  Bembeyaz, yumuk tombul amcalardan biri durakta bekliyordu. 'Pardon buradan geçen otobüs Odunpazarı'na gider mi?' ile başlayıp, 'bu otobüsler de hep sıkıntı özel arabamız olacak ki öyle sürünmeyeceğiz' e dayanan bir sohbet geçti aramızda. Bir şekilde benim derse geç kalma ihtimalim ve onun da ikindi namazını geç kılma ihtimali kesişti. 'Gel istersen taksi tutalım yarı yarıya öderiz bende Odunpazarı'na gidicem' dedi amca. Bir an düşündüm. Ne kadar tutabilirdi ki? Gerçi birde haberlerde duyduğumuz 'kızı öldürüp sokağa attı' olaylarından sonra benim öyle tanımadığım adamlar konusunda korkularım vardır. Küçükken ilkokuldaydım sanırım, bir adam 'beni baban gönderdi haydi gel' numarası yapmıştı bana. 'Ben sizi hiç görmedim' deyip eve gitmiştim. Zaten ben okuldan çıkınca eve giderdim, babamla işim olmazdı. Akşam babam bir şey söylemedi, bende söylemedim. O olay öyle istismar edilemediğim bir şekilde geçmişti. Ondan yani düşündüm bu amca takside ne yapabilir ki dedim. Bunları düşünürken 'Haydi düşünme geç kalmayalım hızlıca gideriz' dedi. 'Tamam' dedim. Para çekmem gerekti tabii mahçup olmamak için. Ağır aksak çalışan bankamatik yüzünden amcayı kaçırıcam diye korktum ama otobüs saat başı geliyormuş zaten, amca beni bekliyordu. Taksi çağırdık. Sonra iki adımlık yolda indi amca. Meğer Odunpazarı'nda falan oturmuyormuş ben geç kalmayayım diye binmiş. Paranın tamamını ödedi. Bana da tramvay durağını gösterdi, inip oradan geçeyim hemen diye. 'Yok' dedim 'amca teşekkür ederim ben böyle devam edeyim taksiyle'. 'O zaman...' dedi, 'Ne kadar tutar bu kızımızın okuluna?'. 'Aaa yok amca teşekkür ederim ben hallederim' dedim. Israr etti, kabul etmedim yine de iki adımlık yola 10 lira bırakıp gitti, 'sen talebesin kızım, ne olacak bir duan yeter senin' dedi. İnan yumukluğunu, saçının beyazlığını yüceleştirdim o an. 'Çok teşekkür ederim amca' dedim dayanamadım, duam yetecekti 'Allah razı olsun senden' dedim. Biliyorum! Dedim. Yüceleştirdim diyorum!! 
   Amca indi. 'Ne insanlar var' dedim taksiciye. Duygulu anıma denk geldi. Radyoda 'beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar' çalıyordu zira o olmasa belki demezdim. Devam ettik, 25 lira tuttu. 10 lira canım amcacığım vermişti ya 20 lira çıkardım, adam bana 10 lira geri verdi. 'Haydi bakalım bu da benden olsun' dedi. Gözlerim dolacaktı neredeyse. İyilik yapma yarışması yapıyorlardı. 'Çok teşekkür ederim, bugün hep iyi insanlara denk geldim' dedim. Baya etkilenmişim, öyle böyle değil. 'Demek ki yapmışsın bir yerde bir iyilik, ondan sana dönmüştür, haydi iyi dersler' dedi. Gülümsedim, iyi işler diledim, taksiden indim. Sırada 'hayat sevince güzel' dansı yapmak vardı ama derse 50 dakika geç kalmıştım eve gidince yaparım dedim, elimde yılbaşı hediyem derse girdim. 

Salı, Aralık 25, 2012


     Tahmin ettiğin gibi çok mükemmel, kültleşmiş filmlerden değil bu akşamki daha çok 'dans et' adı altında hayatı umutsuzlaşmış gençlerin dansla işlerinin yoluna girdiği filmlerden biri. Ama ben BAYILIYORUMM! Gerçekten böyle filmleri hep çok sevmişimdir. Antonio Banderas'cığımla da bir ayrı güzel olmuş. Ama nasıl dans ediyolar onlar yaaa. Şu üniversite yıllarımda torunlarıma hayıflanacağım tek şey olacak belki. 'Dans öğrenemedim ama siz kesin yapın' diyerek popüler nine mesajı vereceğim. Neyse efenimm izlerken 'hehe ne güzelli yeaa' diye durdurup kaydettiğim karelerden paylaşayım yine. 

Sevmiyorlar Antonio'yu tabii başta.

Sonra 'alın bak böyle yapabilirsiniz sizde' diyo çocuklara



Bunlarda finalden izleyin izlettirin sahneleri.

Cumartesi, Aralık 22, 2012

Otogargara'yı hatırlayan bir baksın

  Bilmiyorum izlediniz mi ama Otogargara diye bir tiyatro gösterisi vardı. Dönemin Mükremin Abisi, Lütfiye'si meşhurken hani. İşte orada şöyle bir sahne vardı: 

 Evet. Biliyorum çok güzel.

Cuma, Aralık 21, 2012

Gecenin bu vakti kararı

  Demin şöyle bir baktım izlediğim filmler ve okuduğum kitap dışında hayatım siber alemde geçmeye başladı.İşin kötüsü siber alem de bana alışmaya, beni sevmeye başladı. Twitter'ıma baktım demin 1,600 küsür tivit atmışım, yani ne demiş ne yazmış olabilirim ki o kadar ? Gerçi hiçbir mention'ımı, hiçbir tivitimi silmediğimi de göz önünde bulundurmalıyım bir de 2 yılı aşkın varoluşumu. Ama 1,600 be kardeşim! Medyatik gibi! Sanki albümüm yeni patlama yapmış gibi!
  Aslında ben bunu takmıyordum ama geçen gün yüklediğim bir profil fotoğrafı 64 kişi tarafından beğenilince kafama dank etti. Başta çok hoşlanıyorsun 30 küsürlere geldiğinde filan. 40'ı geçince bi dk lan diyorsun. Çünkü 30 küsür üstü eş dost dışı beğenme demek. Ciddi ciddi bir çılgınlık, küçük çaplı bir grup, bir nevi komünite demek! Yuh be kardeşim 64ünüz de beğendiniz mi gerçekten? Hadi beğenmiş olabilirsiniz, fotoğraf analog makinemden çok şık bir fotoğraf falan ama normal bir kullanıcının onu gördüğünü düşün! Falanca kullanıcı fotoğraf bu(Açık bir yer, harika bir güzellik yok normal kız yüzü) 64 beğeni! Şok etkisi!

   Bunu feyse ya da tivitıra yazamadım buraya içimi dökeyim dedim. Gecenin bu vakti bir karar aldım. Paylaşım falan yok size. Bende ayda bir paylaşım yapıp 3 beğeni alan kız olacağım. Duvarımda 'nerelerdesin?' yazısını sadece beğenip geçen adam olacağım. Tivitırında en son günün tarihinden 10 gün önce küçücük bir kaç kelime yazmış insan olacağım. Bunu yapacağım. Görsün o 64 kişi ve binlerce tivite maruz kalmış insanlar! Öpüyoruz şimdilik kararım ve ben. 

      Bu sefer de bir İspanyol filmiyle birlikteyiz. Canım skeylim bana önerdi. Bu sıralar bilgisayarım da az şey yüklüymüş gibi yüklediğim torrent'i kullanıyorum. Hevesle her duyduğumu indiriyorum. Ve kesinlikle torrentli torrentsiz herkese öneriyorum. Film aslında dram içerikli ama öyle sahneler var ki gülmekten kendini alamıyorsun. Onları anlatayım ben dramı sana kalsın. 


Bu mesela tribünü görüp gole sevinme sahnesi.

Santa şurada  gayri resmi olarak çocuk bakıcılığı yapar, karınca ile ağustos böceğinin hikayesini okur.
Santa: ...karınca ağustos böceğine 'bütün yaz çalışsaydın sende aç kalmazdın' der kapısını açmaz. Vay  be kim yazmış bunu? Bu karınca ne piçmiş! Hayatta işler böyle yürümez ağustos böceği olarak doğmuşsan öyle olursun.

Bu kızın pek etkisi yok da çok Yıldız Asyalı(kanald'deki yıldız abla hani vardı ya) gibi değil mi ya?

Ana, balık konservesi fabrikasında çalışır. Jose ise kocasıdır.
Ana: Yapma şimdi Jose balık gibi kokuyorum.
Jose: Balık gibi değil deniz kızı gibi kokuyorsun.

Perşembe, Aralık 20, 2012

Gecenin birden dönmesi

    Çok şanslıyım ki bu akşamki canlı internet konserini izleyebiliyorum. Bunu şu dakikalarda gördüysen hemen fizy'i aç derim ben. Ortaçgil şarkılarına kadın sesi değiyor :) 

"Sen hep kendine önlemler aldın
Ben kendime yasaklar koydum
Önümüzde barajlar vardı
Bu su hiç durmaz.."

Çarşamba, Aralık 19, 2012

Küçükken büyük ciddiyetle söylediğim şarkılar listesi

Özellikle salıncakta söylenirdi.


Yolculuklarda kasette denk geldiğinde söylenirdi.



Bazı kelimeleri tam söyleyemezken bu şarkı ezbere söylenirdi.


Yıllarca 'kuzuları yaksan' şeklinde de olsa söylenirdi.



Daha okula bile gitmeden yakardı bu klip içimi, çok güzel söylenirdi.


Malesef acı ama gerçek söylenirdi, dansı bile yapılırdı.

En azından 1-2 tanesine gitmeli


Salı, Aralık 18, 2012

    Şimdi arka arkaya verilen iki haberden bahsetmek istiyorum. Sadece aktaracağım ve içimden gelen yorumları yutacağım.
     Öncelikle malum günün haberi ilk yerli uydumuz Göktürk-2 uzaya gönderilecek ve bunu bakanlar ODTÜ'den izleyecekler. Buradan sonra ODTÜ'lülerin illa ki bir zıpırlığı olur diye binlerce polis, eğitimli köpekler saatler öncesinden barikat kuruyorlar. Beklenen oluyor eğitim ile ilgili karşı çıkışları(ki konuyu bilmiyoruz asıl olay başka) oluyor ODTÜ'lülerin ve zaten hazırlıklı olan polis, hiçbir uyarı yapmadan gaz bombalarını atıyor. Muhabir sunarken 'gel İbrahim geel' diye bağırıyor, kameramana bir şey olmasın diye. İbrahim kaçarken kamerasına takılan görüntüden, gazdan etkilenen bir gencin diğer arkadaşları tarafından kaldırılıp taşındığını görebiliyoruz. O sırada konferans salonuna giren, arkada gaz bombası seslerine sanki kulakları sağır olmuş gibi tepkisiz yoluna devam eden bakanları görüyoruz. Canlı yayınla bağlanılıyor ve ateş yakmış ODTÜ'lüler ile zırhlı polislerin arada belki 500 metre mesafe tutarak halen çatışmasının sürdüğünü öğreniyoruz. 
     Hemen ardından ikinci haberimiz de Portekiz başbakanının gelişi ile ilgili. Yağmurun hazırlıklar esnasında sürekli yağmasından ötürü kırmızı halı ıslanıyor ve görevliler naylonla kaplayarak ıslanmasını önlüyorlar, ıslanan karşılama askerlerinin giysileri de sürekli silinerek temizleniyor. En sonunda başbakanlar görülüyor ve kırmızı halı üzerinde korumalar şemsiyelerini tutuyorlar. Korumaların zor anları da gözlerden kaçmıyor tabii.  

   Şimdi ise yine yorum katmadan şunları eklemek istiyorum. Portekiz başbakanı zerre yağmura maruz kalmadan belki de bir daha gelememenin hüznüyle ülkemizden gitti. ODTÜ'lü öğrenciler birçok gaz bombasına maruz kalarak içlerinde öfkeleriyle geleceğin mühendisi, öğretmeni olmak için ülkemizde bulunuyor.

Pazartesi, Aralık 17, 2012

Bal şekerlenmesi sorunsalı


   Bir ima falan yapmadım. Gerçekten evimdeki bir kavanoz bal şekerlenmeye başladı. Tabi ki görüntüsü değişmiyor da anlıyorsun böyle toz şeker yemişsin gibi geliyor ağzına, parça parça. Balı çok seven ben, en ufak bir tat değişimine dayanamam. Atmayı da hiç istemediğimden annemi aradım. Ki her zamanki gibi annem bir yolunu biliyordu. 'Sıcak suya koy kavanozu azcık beklet, geçer o' dedi. Ben şimdi mantıken bütün bir kavanoz bal şekerlendiyse her tarafının çözümümüz sıcak suya temas etmesi gerektiğini düşündüm. 'Leğene mi koyayım anne?' diye sordum. Elimdeki bir kavanozun tamamını alabilecek kapasitedeki kap leğendi çünkü. 'Yok kızım bir kaseye oturt yeter' dedi. Tamamen saçma gelen bu mantığı annem dediği için ve bir kavanoz balı ziyan etmemek adına kabul ettim, bir kase sıcak suya bal kavanozunu oturtup okula gittim. Eve geldiğimde bal eski tadına kavuşmuş, mutlu mesut kasenin kucağında uyuyordu. Bu yazının önermesi tabi ki balınız şekerlenirse ne yaparsınız? değil. Görmüyor musunuz? Kadın her şeyi biliyor. Anneler hiç yanılmıyor. Düşünüyorum ve benim şimdiki yaşımda anne olan annemi anlayamıyorum. Ben koca bir leğen sıcak suda zavallı bal kavanozunu boğularak ölüme terk edebilecekken O biliyor, bana gülüyor. Bunun gibi birçok örnek verebilirim sonuç hep 'aman anne ne gerek var' diyerek yapmadığım her şeyi yapmam sonradan çok gerekli oluyor. Hayat böyle... Ben gönderilmişim, ben ölmeden yaşayabileyim diye de annemin kızı olmuşum. Hadi bir şekilde yaşıyorum da bir sorunumuz daha var bu gidişle anne olamayacağım ben anne. Ya da bana 'şuan acıktım beni beslemen gerek, bak pencereden sarkıyorum başım vücudumdan ağır şu yaşlarımda beni pencerenin önünden çekmen gerek, galiba kötü bir yola giriyorum bana yasak koyman gerek' vs. diyen bir çocuk gönderilecek anca öyle.  

Pazar, Aralık 16, 2012



    Dün Cnbc-e'de bu filmin başına denk gelebildiğim için çok şanslıyım. Cnbc-e'nin kısacık reklam araları sayesinde sonuna kadar izledim. Gerçi o kadar sürükleyiciydi ki bir saat reklam da izlerdim. 
   Şimdi efendim esas kadınımız Stella(Natasha Richardson) şu tarz bir aileye sahip şu tarz bir kadın: 

                                      
 
   Stella'nın kocası da akıl hastanesinin doktorlarından, esas adamımız da kocasının hastalarından zamanında başarısız bir heykeltıraş olan Edgar(Marton Csokas) şöyle biri: 

                                    

    Tabi ki yasak aşkları :




   Başta takıntı sanıyorsun hep izlerken ama sonra olaylar öyle bir gelişiyor ki filmin sonunda tutulup kalıyorsun, en yakındaki eczaneden sakinleştirici alma gereği duyuyorsun (tamam o kadar olmasa da birine anlatma isteği duyuyorsun). Son sahnesi ise şu sıralara denk geliyor:

Perşembe, Aralık 13, 2012

    İki günde bir şununla gözlerim acıyana kadar oynadığımı biliyor muydunuz? 
Evet evet  tetris! Sesi bile var.

Çarşamba, Aralık 12, 2012

Malt hakkında

   Hani ünlü birini görünce 'aa bak bak' yaparsın ya bi fotoğraf çektireyim istersin ya da tanımamış gibi kasarsın. Sanki Malt öyle değil gibi gelir bana. 'Naber abi ya sakallar da iyice uzamış ha' tarzı muhabbetler yapabilirmişsin gibi gelir. Şarkıları da zaten sanki bi stüdyoya hafta sonu doluşup bir anda çıkmış arkadaşının şarkısı gibidir öyle doğal, yalın, gelişigüzel. 












     


             gibi..



Salı, Aralık 11, 2012

İkisi farklı sanmıştım ben halbuki


     Sezen Aksu'nun Kalbim Ege'de Kaldı'sını çoook severim diye geçinirdim hep. Meğer şarkının devamını hiç dinlememişim. İşin ilginci Aman Efendim diye ayrı bir şarkısı var sanıyordum. Şarkıyı parça parça ayrı zamanlarda mı dinlemişim napmışsam artık :/ Şöyle ki demin dilime takıldı 'aman efendim bana bir merhaba gönder rırırmm..' diye mırıldandım google'a yazdım. Kalbim Ege'de Kaldı çıktı 'yok canım bu başka ki' dedim. Baktım başka bir şarkı bulamıyorum, dinledim. Sonuç aynı şarkıymış ya la! 

Canım..


Günün diyalogu

T.Y: Ya acaba bugün şehircilik yapmasak da birer kahve içmeye mi gitsek ??
M.S ve ben: Aaa Tuğçeee !
Ben: Kabul edilmiştir.
M.S: Nereye gidiyoruz? 

Pazartesi, Aralık 10, 2012


    Arada film paylaşacağım demiştim ya bu gece çok tatlı bir film izledim hemen onunla paylaşayayım istedim. Roma'da geçen her film gibi mükemmel sahnelere sahip. 'Yaa ben yaşamak istiyorum burda' dediğin an filmin içine dalıyorsun ki konusunda Roma'ya gelen turistler ya da geçicilerin bir anlık sarsılan hayatlarının tatlı maceraları. Öyle bir anlattım ki karamelli çikolata tadında gibi ama izle, gör. Gerçekten öyle:)



Bak şöyle bir sahne var mesela ne alaka diye gülünüyor bolca


                                                                       
Hemen arkasından şöyle sahneler geliyor 'siper ol bana bir kadını bıçaklayamaz muhtemelen' diyor Woddy Allen


Ve tabii Penelope Cruz..

   
Ve son sahnede İspanyol Merdivenleri