;

Salı, Kasım 29, 2016

  Sürekli kış ayını ve kasım ayını sevmemekten yakınacağım sevgili okuyan. Üzgünüm. Belki de bu kadar yakındığın için sürekli itiliyorsun, öyle şeyler yaşıyorsun diyebilirsin. Bu da olabilir bak düşüneyim sonra bunu. 

  Bu girizgah altında bu hafta sonumu anlatmak istiyorum sevgili okuyan. Cuma günü her iş günü gibi başladı. Saat farkından dolayı gece gibi uyanmak, alelacele otobüste yenen simit kahvaltısı, şantiye yollarına düşmek... Bilinen bir iş günü. Şantiyede renkli borular tavana döşenecekti o gün. Ben de mimarıyım ya durmazsam olmuyor ya şu rengi koy hah azıcık kaydır yok diğer tarafa filan demesem olmuyor ya başlarındayım ustaların. Gidip bunları karışık renkli yerleştircez diyip konteynerda çayımı kahvemi içsem olmuyor ya başlarındayım ustaların. Sonra bir boru -boru dediğim 4metre uzunluğunda ağır boru usta omzunda taşıyor yani- o harale gürele içinde TAK ! yüzüme çarptı. Yüzümün sağ tarafından kan boşaldığını hissettim. Ama neresi tam çözemedim. O tak sesine herkes işini bıraktı koştu geldi, ustalardan birine dişim mi kanıyor diye sorduğumu hatırlıyorum. Peçete verdi, Hülya Koçyiğit'in veremli sahneleri misali peçetemde kan gördüm. Döndüm, gururluyum nasıl mağrurum :bişeyim yok devam edin siz, dedim. Yukarıya çıkmak amacım bir üst kata, lavaboların olduğu ustaların olmadığı kata, hıçkıra hıçkıra ağlayabileceğim kata. Küçük Emrah bakışlarıyla bana bakan ustaları atlatıp hemen yukarı çıktım. Lavaboda yüzüme su çarptım, lavabo yansımasından yüzümün kanını görüyorum. O an ' Bir kaç adım kenarda olsaydım şimdi hala aşağıda yüzüm yerinde duruyor olacaktım' diye düşündüğümü hatırlıyorum. Sonra koyverdim artık, ağladım, gerçekten çok ağladım. Aşağıda gözüm bile dolmamıştı halbuki nasıl bir gurursa. İşinize devam edin bık bık mış. Hayret ettim kendime yine ağladım. Neyse sonrası çok hızlı gelişti zaten. Sağlık ocağı, pansuman, izi kalmayacak merak etmeyin, şantiyeden arayanlar, tetenoz aşısı, sargı, izi kalmayacak merak etmeyin, şantiyeden arayanlar, sıcak çorba, eve gitme izni,  izi kalmayacak merak etmeyin ve uyku. İyi ki o gün cumaydı da hemen hafta sonuna bağladı. O sıra tabii Nazif, Merve, annem, kardeşim, arkadaşlarım beni mutlu etme peşindeydi. Çiçekler, tatlılar, izi kalmayacak merak etme'ler, çok yakıştı scarface oldun'lar...  Yine de hafta sonu durup durup sinirim bozuldu ağladım. Bir de zaten nezle gibiydim, bir yandan burnum akıyor belim yanım ağrıyor. Yaşlılığım çok zor olacak benim cidden. 

   Bunca şey içinde en çok aklıma takılan oydu. 'Bir kaç adım başka yerde olsam şuan bambaşkaydı.' O kadar korkunç ve aynı zamanda o kadar heyecanlı ki bu. Kesinlikle engel olamıyoruz hayatımıza bence. Kelebek etkisi gibi yani ya da paralel evrenler... Amma da abarttın , bir kesikten çıkarttığın şeylere bak dediğini duyar gibiyim sevgili okuyan. Birincisi o sadece bir kesik değil ! İkincisi de ama neyden çıkartayım, durup dururken böyle ya hakkaten diye mi düşüneyim ya da bişeyler çizerken tabi yaa mı diyeyim. Aksiyonum bu. Böyle ufak tefek şeylerde bile neden oldu böyle bir şey şimdi diye düşünüyorum ne yapayım. 

   Sonuç olarak bu olayı kışa da hayata da bağlasam artık façalıyım. Ama merak etmeyin izi kalmayacak.

Pazartesi, Ekim 31, 2016

  Sevgili okuyan sana bir kaç önceki yazımda kış ayından nasıl haz etmediğimi açıklamıştım. Ama bu sene ilk defa kış ayında saatlerce battaniye altına girme sebebi bir dizi ile karşılaştım. Bu yüzden kış ayı daha serin ama daha keyifli. Sanki kanal reklamı gibi oldu ama inan ki öyle. Gerçekten... Zamanında aklım neredeydi dedirten hatta.. 



Evet. Kesinlikle Behzat Ç. Eve gidip 3-4 bölümü gözümden haz aka aka izliyorum. Uzun zamandır ağzım bi karış mutluluktan açık ve aynı zamanda hıçkıra hıçkıra ağladığım tek dizi. Ben kendime inanamadım. Bir bölüm var içimi dağlıyor. Neyse spoiler vermeye hiç niyetim yok. Zira hayli spoiler yedim ben geç başladığım için. 



Geyikleri, kafa açan muhabbetleri, dertleri ve niceleri ... Başlayın, başlatın gençler 


Çarşamba, Eylül 28, 2016

Navigasyon mucidi

  Sevgili okuyan sana bugün sabah yaşadığım bir olayı anlatacağım. Ama sanırım dün sabahtan başlamam gerekiyor. Hatta öyle ki okulların açılıp İstanbul trafik lanetine katılan binlerce öğrenci ve onların servislerinden başlasam yeri. 

  Normalde -yazın sadece sabah işe gidenler varken- sabah 8i 20 geçe bindiğim otobüs ile 9a 5 varken iş yerinde olabiliyordum. Ama şimdi ne 8i 20 geçesi 8deki otobüse binsem bile 15 dakika geç kalıyorum. Okullar açıldı. Trafiğe öğrenciler, veliler, servisler hatta öğretmenler salındı. Benim uyanma saatimi bile yarım saat geriye çekmem gerekti. Okulları daha geç başlatsınlar. Mesela 10da? Bence buna hayır diyen olmaz. Ne öğrenciler ne de öğretmenler ne de zavallı biz özel sektör çalışanları... Zaten 1-2 en geç 3 gibi bitiyo okul varsın 4de bitsin. Neyse asıl diyeceğim bu değildi çok dağıttım yeni bir paragrafa geçmenin vakti geldi.

 Dün de yine sabahın bir vaktinde kalktım, o kadar yol gideceğim bari ayakta kalmayayım diye ilk durağa yürüdüm. Sırayla 8.00-8.20 otobüsleri gelmedi. Ben tabii durakta sinirden deliricem. 8i 40 geçe bir otobüs geldi. -Tam bu noktada neden başka otobüse binmedin diyenler için ilave ediyorum. Tek otobüs var benim iş yerime giden ne yazık ki. Aktarma yapmak da daha vakit alıyor. Bir de hafiften hırs yapmış olabilirim.- Bindim otobüse, şoföre 'saat kaç otobüsü bu' dedim. 'yaeağ işte ablacım önceki otobüs gelmedi de bişeyler gık guk' dedi. Dedim 'kaç saattir bekliyoruz sizin yüzünüzden işimize geç kalıyoruz'. Tabii klasik hiçbir sistemin işlemediğini bilen şoför 'şikayet et o zaman' dedi. Elimi böyle yere paralel atar gider eli yaparak 'şikayetle olsa keşke bu işler' diye sesimi eko yaptıra yaptıra arkalara oturmaya geçtim. Arkamdan binenler de 'evet ık geç geliyo mık şikayet diyo ık' diyerek geldiler. En son 4 durak kala filan baktım otobüs gitmiyor 'açın kapıyı' deyip atladım ofise kadar çeşitli küfürler icat ede ede yürüdüm. 

 Böyle bir günün ardından bugün, yine aynı saatte duraktayım. Bu sefer de 15 dakika geç geldi ama 40 dakika olmadığı için sorun çıkarmadım. Yine o lanet son 4 durak gelince şoför 'buradan dönüyorum arka sokaktan çıkıcam çünkü trafik tıkalı' dedi biz arkada oturan toplasan 10 kişiyi geçmeyecek güruha. Sonra inceden 'yolu bilen var mı' dedi. Aha dedim. S.çtık. Orada insanlara bakıyorum adam sesleniyor 'beyleer yolu bilen var mı?' İnsanlar sanki bir şeyler gizliyo gibi ne bileyim akbil basmamışlar gibi önlerine bakıyolar filan. Ben de gittim adamın yanına 'abi istersen navigasyondan bakayım ben' dedim. O da 'hah bak kızım nereden gidelim' dedi. Ben adamın yanında navigasyondan şimdi sağa buradan sola tarif ettim. Çıkarttım yola trafiği atlatarak, ben de burada ineyim diye durağımda indim. Hadi kolay gelsin'i çekip gittim. Bir muavinliğim eksikti gerçekten. 320a otobüsü beni muavin de yaptı. Resmen iyi kötü günlerim var otobüsle her koltuğunu her çanta koyma yerini biliyorum vesaire..   

 Not: Buradan çıkarmamız gereken sonuç İstanbul trafiği lanettir vesaire değildir. İstanbul hayatta hatta otobüste bile farklı deneyimler yaşatırdır. İstanbul'u seviyorum, kötüleyemiyorum.

Perşembe, Eylül 22, 2016

Bu bir kış sitemi

  Kesinlikle kış insanı değilim. Birden bire değişen hava beni allak bullak etti. Ofisten çıkınca havanın karanlık olması filan... Bir astroloğa göre Merkür geldi tepeme oturdu, bir batıl inanca göre merdiven altından geçtim veya şemsiye açıp odanın içinde oturdum. 

  Hava son sürat bulutlu , soğuk yani yorgun ediyor herkesi sevgili okuyan. En korktuğum başıma ne geldiyse gelen aylar da geliyor zaten - neyse kötü düşünceleri çağırmıyorduk mu neydi- Şuan mevcut memnun olmadığım birkaç konu var ama emin olup cüret edemiyorum hiçbir şeye çünkü bu gudubetli havadan büyük ihtimalle. 

  Geçen gün otobüs camları patlayacak sandım yağmur çarpmasından.

  Bayram tatilinde Nazifciğimle Ankara'da buluşmuştuk. Hani buluşmuşken romantiklik bir şey olsun dedik gece yıldızları izlemeye Seğmenler Parkı'na gittik. Park zaten ıssız, tek ışıksız. Gündüz halini gördüğüm için ne kadar güzel olduğunu biliyorum sevgili okuyan. Ama gece hali özellikle soğuk gece hali hiç çekilir gibi değil. Kahvemizi aldık elimize. Örtümüzü serdik yere, yanaşık yanaşık oturduk soğuğa tek vücut olalım diye. Hani bazen soğukta konuşurken sigara içiyomuş gibi duman çıkıyo ya insanın ağzından o haldeyiz. Kahve bardaklarını iki el tutuyoruz, yavaş yavaş içiyoruz sıcaklık elimizden gitmesin diye. Neyse sonunda her kahvenin sonu geldi, biz de uzanalım dedik örtünün üstüne. Görünür sebep: yıldızları izlemek, asıl sebep: bari sırttan soğuk yememek. Neyse işte 'şu yıldız sensin bu yıldız benim' geyikleri klasik. En son ben yarı titrer ' şuu büüyyüükk ayıı yııldığğzı mııığğ' deyince apar topar kalktık. Koşar adım eve gelip koltukta bağdaş pozisyonu oturduk. 

 Geçen ne güzel şort kısa kollu tişört otururken uzun polar pijamamı giydim.

  Sabahları uyanmak da ayrı işkence. Zaten uyanmak kendi başına bir işkenceyken bir de koşa koşa tuvalete gitme zorunluluğu, tuvaletin sabah soğukluğu ve hızlı hızlı giyinme mecburiyeti. Bu sabahı ele alalım mesela. Artık öğrenciler de trafiğe karıştığı için normalden erken kalkıyorum. Tam içimden 'aa ne güzel hemen uyandım' derken üzerimden pikeyi atmamla birlikte ev tokadı çarptı: soğuk ulan koş git hemen işe. Şantiyeye gideceğimiz gün tam da. Sonra bir saati varmış insanın 'eşref saati' olabilir. Uyduruyor da olabilirim. O saatlerde dilediğin şeyler gerçekleşirmiş. Sabah otobüs boyunca şantiyeye gitmesek ya diye diledim durdum. Ofise geldim, bir telefon şantiye toplantısı iptal. Normal insanlar sevinir değil mi? Bak dileğim oldu yaşasın filan... Aynen içimden şunu geçirdim 'boşu boşuna kaç saat düşündüm bilsem başka bir şey dilerdim :|' 'boşu boşuna da şantiye kılığı giyindim' Iyyy ne biçim insan oluyorum dedim sonra. 

  Velhasıl nefret ediyorum soğuktan. 

  Sadece gece yatağa girmesi  güzel. Başta buz gibi olan yatağı çeşitli akrobatik hareketlerle ısıtırsın ya o an güzel. Bir de şey patik giymesi :) 

  Böyle bir nefret yazısını da boş boş okuttuğum için özürler dilerim okuyan. Ama bir yere bunları haykırmam lazımmış. Baksana insan sevmediği insan hakkında bile bu kadar konuşmaz. Kardeş olsan sevilmezsin kış ...

  

Cuma, Temmuz 15, 2016

7 günde 3 ülke

  Gençler hayatımın en güzel deneyimlerinden birini geçtiğimiz hafta yaşadım. Sizi fazla bunaltmadan anlatmaya çalışacağım. Bunalırsanız da aşağı hızlı hızlı inin yani nedir:| Kardeşceğizimle bayram tatili boyunca sadece 2 sırt çantasıyla 2 temmuz cumartesi başlayan maceramız tam 7 gün sonra 9 temmuzda son buldu. Öncelikle ilk tavsiyem özellikle bayram tatilinde bu tarz bir tatile çıkmayı planlıyorsanız havaalanına gitmek için 2 saat önceden çıksam yeter gibi gafletlere kapılmayınız. Sonrasında bizim gibi herkesten izin isteyerek önlerine geçmek hatta yer yer iteklemek, hızlı hatim indirmek  ve pasaport kontrolü yapan adama 'hadi be adaam acele et' demek zorunda filan kalabilirsiniz.  Neyse bunları bir kenara bırakıp başlıyorum. Ben gitmeden önce delicesine araştırma yaptığım için biliyorum. Herkesin önerdiği yerden farklı yerler önermeyeceğim. Ama görselli önereceğim en azından benim beğendiğim yerler senin de beğendiğin yerler olabilir mi ona bakarsın sevgili okuyanım.

   Canımızın için Amsterdam
Amsterdam'da her yere ama her yere yürüyebilirsiniz. Bisiklet kiralamak da çok yaygın tabii. Ama biz öyle bir işe girişmeden her yeri tam görebilelim diye tabana kuvvet yürüdük. 

Burası bizim kaldığımız hostel De Mallemoolen . Küçücük tam hobit odası ama şehir merkezine filan çok yakın olduğu için baya işimize yaradı. İlk gün hemen Dam Meydanı'na gittik. Oradaki tek hedefimiz Madam Tussaud Müzesi'ni görmekti. Orada yaklaşık 2 saat filan kalıyorsunuz zaten. Hiç tanımadığınız ünlülerin bile bal mumu heykelleriyle fotoğraf çektiriyorsunuz. 
    

   Dam Meydanı'nda hot dog filan yiyebilirsiniz. Kumpir gibi bir sürü meze ekleme seçeneğiniz oluyor. Tabii size bir coffeeshop önerim olacak. Kıps. Coffeshop Smokey. Rembrandt Meydanı'nda olduğu için bir taşla iki kuş vuracaksınız. Çünkü Rembrandt gerçekten çok güzel. Çimlere uzanıp orada çalan sokak sanatçılarını dinleyin, etrafınıza bakının bu anları hafızaya bol bol kaydedin. 

  Gelelim ikinci güne. Arkadaşlar ne olmaz? Amsterdam'a gitmişken I am asterdam ile fotoğraf çektirmemek tabii ki olmaz. Oraya da merkezden yürüyebilirsiniz. Suyunuzu yiyeceğinizi alırsanız yürünmeyecek yol yok. Hatta o sırada Amsterdam sokaklarının cılkını çıkartacak kadar gezebilirsiniz. Çiçek pazarından filan geçersiniz. 

Ve I am Amsterdam ' a geldik. İnsan istilasından yer bulduğumuz kadar çektirdik ne yazık ki :/

Amsterdam'da hiç üşenmeden gitmeniz gereken bir yer de Vondelpark. O kadar huzur ve mutluluk verici ki tüm günü geçirebilirdik. Dönerken de Hard Rock Cafe'ye uğrayabilirsiniz. 



    Akşam yemeği için her sokak ayrı konseptli. Kebapçılar sokağı, italyan yemekleri sokağı vs... Biz lazanyanın 5 euro olduğu italyan sokağına girdik. Hatta sahibi Türk'tü çok sevimli bir adamdı. Zaten çok fazla Türk ile karşılaşacaksınız. Özellikle tatil zamanıysa. Yanımızdan geçerken 'ulan olum o taraf değil' diyen bir çok Türk ile rastlaştık biz mesela :D

  Arkadaşlar elbette ki Red Light District 'e de gittik. Aileleriyle gelenler hatta çocuğuna olayı açıklayanlarla vitrinlere baka baka geçtik. Bu esnada bir şey belirtme zorunluluğu hissediyorum. Fotoğraf veya video çekmek yasak. 'Ee herhalde' dediğinizi duyar gibiyim. Kimse niye söylemedi madem bize?? Vitrinlerdeki kadınlardan birinden Arapça İspanyolca karışık küfür yiyerek soluksuz kalana kadar kaçmazdık biz de :/ Yine de video bizde rahat olun :D


Ve ertesi sabah Bruj'e olan tren yolculuğumuza başladık. Kaldığımız yer tren garının dibi olduğu için hiç sorun çıkmadı. Ibis Budget Hotel . Biz beğendik, tertemizdi. Sonrasında tabii ki her yere yine yürüyerek gidebilirsin. 

  Bruj tam bir çikolata cenneti. Biz farklı çeşitler denemek için yarım kilo çikolatayı 5 euro gibi bir fiyata aldık. Yemek için de Belfort Müzesi'nin olduğu meydandaki seyyar satıcılardan bir şeyler atıştırabilirsiniz. Gayet lezzetli ve doyurucu. 

  Sevgili okuyan asıl Bruj bizim için Beer Wall barıdır. Bütün duvarlar bira kaplı ve terası kanala sıfır. Bayıldık. %10 alkollü Paix Dieu birasını denedik. Gerçekten hayatımda içtiğim en iyi bira. Hem kolay içim hem de 3 bira içmiş gibi etkili. Yazın bi yere mutlaka Beer Wall - Belçika Birası. 

  Gelelim güzeller güzeli Barselona'ya. Bizim gezimiz benden dolayı biraz daha mimari ağırlıklı oldu. Ama yine de düzenine, insanlarına, yiyeceklerine her şeyine bayıldık. Çok çok beğendik. 
İlk gün yol yorgunluğu filan derken en yakındaki tapas restoranına ve bara gittik. Ama biz mi şanslıyız yoksa her yer bu kadar mı güzel bilemiyorum. Lolita Taperia diye bir restoran 'Pollo Tapas' denedik biz. Mutlaka damak tadınıza göre bir tanesini deneyin derim ben. Gittiğimiz bar da 'Brewdog Barcelona' . Craft Beer diye geçiyor. Biraları kendileri yapıyorlar. Mekan da çok sevimli. 

  Ertesi gün ise metroyla sırasıyla Sagrada Familia, Park Güell, Casa Mila, Casa Batllo 'ya gidebilirsin. Bu arada Barselona çok büyük ve çok geniş bir alana yayılmış olduğu için yürümeye pek müsait değil. Burada kalacağınız gün kadar metro bileti alabilirsin. Metro ağı gayet geniş. Sadece Park Güell için yokuş çıkmanız gerekiyor. Ona da değer bence. 




   Son olarak Montjuic Meydanı'na gidip güneşin batışını izleyebilirsin sevgili okuyan. Sihirli çeşme diye geçiyor burası. Haftanın bazı günlerinde renkli su gösterileri yapılıyormuş. Aklında olsun perşembe-cuma-cumartesi günleri. Ama o günleri yakalayamazsan da yine de gidip güneşi batırıp merdivenlerde takılabilirsin. 


  En son durağımız İbiza ise ortamcı olmayan bizler için ne yazık ki biraz hayal kırıklığı :/ Kaldığımız hostele bira alıp balkonda içmek bizi daha çok mutlu etti o ne çıkacağı belli olmayan gece hayatından. Acun abi niye gözümüzde büyüttün Acun abii. Tamamen dinlenme durağımız oldu. Bu arada Hostel Flores'i  de iliştiriyorum şuraya güzel,temiz ancak wifi yok :( 


  Bir tek Cafe del Mar  için gidebilirsiniz. Türkiye'deki kokteyl fiyatlarına oranla ucuz kokteyller, aşırı neşeli insanlar barındıran denize sıfır bir mekan. O mekan Türkiye'de olsa abiyeyle gitmeniz gerekir öyle net bir şekilde açıklayabilirim sanırım. Bu arada yan barda her perşembe çıkan David Guetta gayet rutin bir etkinlik olmuş onlar için. 

   Bir de eklemek istediğim tam Türk yemeği özlemeye başlamışken İbiza'nın eski yerleşimi olarak geçen Dalt Vila'da karşımıza çıkan patatesli yumurta bize nimet gibi geldi. İbiza'ya özel ensaimada tatlısını da yiyebilirsin sevgili okuyan güzel bir şey :)


   Biz de bol bol denize girdik, güneşlendik. Denizi de tatlı su ve git git bacağına gelen cinsten. Yine de sabahları güvenle sere serpe yanabilirsiniz. 




Bilemedim şimdi senin gözüne nasıl gözüktü ama benim en güzel haftamdı diyebilirim sevgili okuyan. Sadece 'hadi yapalım' demeye bakıyor inan. 



Perşembe, Mayıs 12, 2016

Çarşamba, Mart 30, 2016

    İnsan belli bir yaşa gelince garip bir akıma kapılıyor sevgili okuyan. 'Acayip çılgınım/çatlağım/deliyim' akımı. Özellikle 35-40 yaş arası kadınlara çok oluyor bu. Çılgınlıkla zerre alakası olmayan bir koltuktan bir diğerine otururken bile 3 kere 'allah bismillah' tarzı laflar eden tipler bile 'beni bilirsin ya çılgınım'cı olurlar. 

   Geçen gün otobüste yanımda oturan yine 35-40 yaşlarında bir kadın telefonda birisine ne kadar çılgın olduğunu, bir gününün bir gününe uymadığını ne bileyim her aklına estiğini yaptığını anlatıyordu. Şöyle göz ucuyla baktım. Her akşam 'ne yiyeceksin bu akşam' merakından çok da fazla bir merakı olmayan bir anneye benziyordu. Çılgınlık anlayışı iş çıkış saatinde Ataşehir'den Üsküdar'a gitmekse bu çılgınlığın içine doğdum ben bebeğims. 
'Ne zaman ne yapacağım belli olmaz çünkü aklıma her eseni yaparım, deliyim ayol ben'. Bakıyorum.
Saçmalama diyorum içimden otobüstesin. 
İş çıkış saatinde işten çıkmışsın. Otobüstesin. 
Hemen arkasından karşı taraftakinin derdine karşılık 'keşkeler silinmez onun yerine güzel şeylere yoğunlaş' diyor. 
Bakıyorum. Çılgın cümlesi değil, daha çok nevrotik diyorum. Sonra düşünüyorum. Neden bu çılgınlık merakı? Düzenini pek değiştirmekten hoşlanmayan bana bile kendi çılgınlığım fazla geliyor bazen. Ya da sürekli etrafta dolanan siyah üzerine beyaz 'i'm weird' yazılı tişörtler... Neden ya neden ? 

   Belki 'kadının tek cümlesinden amma anlam çıkarttın azıcık hava atmış işte' diyebilirsiniz. Hoş bunun hava olmasını da anlayamıyorum. Normal yaşamlar yaşayıp başımıza normal olaylar gelsin istemiyor muyuz? Ama biz weird olalım hı? Herkesten farklı olalım ama normal insanların kazandığı parayı kazanalım, normal insanların ilişkilerini sürdürelim, normal insanlara yapılan muamele gibi muamele görelim? 

   Bu örnekle çok karşılaşıyorum ama çok yakınımda olan biri var aslında. İlk onda teşhis koydum diyebilirim. Tamamen yaşının gerektirdiği gibi bir hayat sürmesine rağmen 'ben eserekliyim tabii..' diye giden cümleleri , 'şuna bak ya çok çılgın bir gündü..' diye gösterdiği normal fotoğrafları, ortalama bir çılgının çok kısa sürede yapacağı bir şeyi asla o sürede yapamaması, kırk yılda bir yaşadığı ilgin olay için etrafındakiler zerre merak etmezken dallandırıp budaklandırarak anlatması ve nice çılgın olmayan örnekler... 

  İnsanlar kendini nitelendirmese keşke. Evet evet kendin için sıfat söylemek yasak olabilir. İnsanın yaşından genç gözükmesi, farklı gözükmesi elbette ki güzel bir histir. Ama bu hissi bantla üzerine yapıştıramazsın sevgili okuyan. Zaten bir insanın kişiliği anlaşıldığında o sıfat kendi gelir girer cebine. Yoo ben çılgınım. 

Pazartesi, Mart 14, 2016

Ankara Yine Kara

Dün akşam patlama haberini öğrendiğimde 'yine Ankara'da patlama olmuş' demek beni gerçekten üzüyor. Arkadaşlarımı, Ankara'daki akrabalarımı arayıp iyi olduklarını öğrenince rahatlamak beni duyarsız hissettiriyor. 'Lanet olsun, şerefsizler yine yapmış yapacağını' vesaire lafları sıralayıp ölü/yaralı sayılarını takip ettikten sonra günlük rutine dönmek beni rahatsız ediyor. Bugün haberlerini okurken gözümden yaş dökülen isimleri hatırlayamayacak olmak beni kahrediyor. Gözü dönmüşlerin zevki olduğu için tecavüz edilenlere, sırf o yoldan geçti diye patlayarak yanarak ölenlere, düşüncesine uymadığı için darp yiyen hayatı kararan insanlara alışmak beni mahvediyor. Bu insanların nasıl kılı bile kıpırdamıyor, üstüne suç bastırmaya çalışılıyor bunu bir türlü anlayamıyorum.

Cuma, Mart 04, 2016


Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
Ama nasıl,
Avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp,
Parmaklarımı kanatarak.
Kırasıya,
Çıldırasıya.


Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
Ama nasıl,
Kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
Yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
Yüzde hudutsuz kere yüz.

Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım.
Dudağımla, yüreğimle, kafamla;
Severek, korkarak, eğilerek,
Dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam,
Karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana.
Ve ben artık,
Biliyorum:
Toprağın -
Yüzü güneşli bir ana gibi -
En son en güzel çocuğunu emzirdiğini.
Fakat neyleyim,
Saçlarım dolanmış.
Ölmekte olan parmaklarına,
Başımı kurtarmam kabil,
Değil!
Sen!
Yürümelisin,
Yeni doğan çocuğun,
Gözlerine bakarak.
Sen!
Yürümelisin,
Beni bırakarak.

Kadın sustu.
SARILDILAR.
Bir kitap düştü yere.
Kapandı bir pencere.
AYRILDILAR.

Nazım Hikmet Ran - Bir Ayrılış Hikayesi Şiiri

Perşembe, Şubat 25, 2016

Tozlu sayfaların geri yüklenmesi durumu

   Bu sabah nereden geldiğini hiç bilmediğim bir şekilde ilk sevgilim aklıma geldi. Gerçekten bir çağrışım filan da oluşmadı etrafımda, dan diye belleğim bir oyun yaptı sanırım.        
   Lise sondaydım o zaman. Sene 2008-2009 filan. Ama nasıl seviyorum, öyle böyle bir sevme değil. Benim gibi sevgililerine karşı 'seni seviyorum' özürlü birisinin ilk 'seni seviyorum' dediği kişi hatta. Çok net hatırlıyorum ilk dediğim anı. Yaklaşık bir aydır filan çıkıyoruz, yani nasıl bir dorukta aşk. Kalbimiz kıpır kıpır, ellerimiz filan terliyo buluşunca. Bu bana bir gece -elbette ki o zamanlar mutlaka atılması gereken 'iyi geceler' mesajından sonra- ben uyuduktan sonra 76 tane mesaj atmıştı. Her birinde tek cümle güzel sözler ve bunlar tekrar ediyor: 'Seni seviyorum', 'iyi ki varsın'vesaire... Hatta aralarına tek bir tane 'seni özledim' yazmış. Ertesi gün sordu hangi mesajlar vardı diye ben de hepsini yazdım tabii o tek 'seni özledim' de dahil. Onu bütün mesajları tek tek okuyacak mıyım diye atmış, sınavı geçmişim yani :D Öyle bir seviyoruz filan. Neyse bu günün ertesi günü bana dedi 'sen bana hiç bu tarz şeyler söylemedin'. Ben de ölümüne utanıyorum, çekiniyorum, hayatta söyleyemem yani yüzüne bakarak filan. Aradım 'seni çok seviyorum' dedim anında kapattım. Birisine ilk 'seni seviyorum' deyişim böyleydi yani sonsuz bir saflıkla, yazarken bile gülümsüyorum. 

   Ama bu yazarken aklıma geldi, bugün onu aklıma getiren bu değildi. Bir keresinde yine bana sevgisini göstermenin çeşitli yollarını deniyor filan. Dedi ki 'sana şimdi bir mesaj atıcam onu oku sonra kaybolacak'. Hiçbir şey anlamadım doğal olarak. Bir mesaj geldi : Seni seviyorum. Sonra mesajı kapattım, gelen kutusunda yok, hiçbir yerde yok. Aşktan Snapchat'i bulmuştu adam. :D Hala bilmiyorum o gün onu nasıl yaptı. Ama benim sonsuz sevgim de zamanla gelen kutusundan silindi tabii. 

   Yine de birisinin sizi mutlu etmek için böyle yollar denemesi, önünü arkasını hesaplamadan sevmesi gerçekten çok güzeldi. Belki o yıllarla alakalı. Belki şimdi o sevgi beni bunaltırdı bilemiyorum. Ama hissini bile hatırlamak günümü mutlu devam ettirmeme yetti. Gerçekten bir kere olsun birini 'sonsuzmuş gibi' sevmeni diliyorum sevgili okuyan. Sonrası genelde kötü biter ama mükemmel bir duygudur. İnsan olmayı sevdirir, birini sevebilme ihtimalini bile sevdirir. 

Çarşamba, Şubat 24, 2016

   Siyasi bir konudan bahsetmeyeceğim size, tamamen insani. Öncelikle bunu belirtmek istiyorum. Anti-kapitalist söylemler içerisine girecek değilim burada. Geçen gün Berivan'cığımla da bu konuyu konuştuk. Bunu yazma gereği hissettim. 

   Mesleğim gereği mavi yaka-beyaz yaka farkı yaptığım/yapmak zorunda kaldığım gerçekten çok oluyor sevgili okuyan. Müdür odası tasarlıyorsak saatlerimizi harcıyoruz, özel ürünler kullanıyoruz, pahalı mobilyalar belirliyoruz vesaire... Ama bazen bir departmanın penceresi bile olmadığı olabiliyor. Atıyorum beyaz yakalara olanca break area'lar, coffe break'ler, social area'lar neler neler... Mavi yakanın odasının içinde bulunan elektrik odası, sığınağın içinden çıkan şef odaları olanca sıkışık tıkışıklık... 

   Diyebilirsin sevgili okuyan beyaz yaka o kadar okudu, ne bileyim bir yerlere gelmek için emekler harcadı vesaire. Ama bu tuvalet markalarının bile ayrı olmasını gerektirmez diye düşünüyorum. Ya ben bir müşterinin 'işçi fotoseli bilemez vurur filan ona normal kağıt havluluk koyalım' dediğini biliyorum. Niye vursun? Niye bilemesin? Bu bana göre otobüste birbirinin ısıttığı koltuğa oturmayan tiplerle aynı seviye artık.

   İnsanların bu sınıflarına olanca bağlılığını inanın anlayamıyorum. Tabii ki herkesin belli kapasitesi, yapabileceği şeylerin sınırı var. Ama özünde herkes insan, herkes akşam işten çıkıp evine gidip uyumak istiyor, herkes geçinmek için çalışıyor. Herkes okul zamanında pisuvarı kullanmayı bilmeyen, farklı şekillerde hacet işlemi gerçekleştiren hikayeler duymuştur. Bu insanlar neden bu şekilde kalmaya zorlanıyor bunu anlayamıyorum. Bu adama doğru düzgün bir ortam vermediğin sürece senin istediğin şekle asla ulaşamayacaktır. Zaten vasıflı bir insanın tuvaletinin markası onun vasfına bir eksi ya da artı katmaz diye düşünüyorum. 


  Mavi-beyaz yaka bir statü meselesi değil aslında bence. Tamamen çıkar ilişkisi. Çünkü aynı seviye başka ölçüde müşteri-mimar arasında da oluyor. Ki buna ciddi oranda sinir oluyorum. Biraz anlatmaya çalışayım... Müşteriyi tamamen para kaynağı gören mimarın zorunlu dramı bu. Ben gerçekten severek yapıyorum mesleğimi. Ve bazı değerler, zevkler oluşturduğumu düşünüyorum, buna uygun tasarımlar ve seçimler ortaya koyuyorum. Bak sevgili okuyan kesinlikle zevk demiyorum, o ayrı bir şey çünkü. Ben kırmızıyı siyahla yakıştırırım, sen çok alakasız bulabilirsin. Ben kırmızı ve siyahı kullandığım yerden bahsediyorum. Benim aldığım eğitimi almayan müşterinin gelip bana şurayı şöyle  yapalım demesine katlanamıyorum. Tekrar hatırlatayım zevklerden bahsetmiyorum. Tabii ki onun projesidir, onun beğendiği gibi dekore edilir. Ben kendince oda çıkartmaya çalışmalarından, çizim sıralamamı yapmaya çalışmasından, kullanılabilirliği sorgulamalarından bahsediyorum. İnan sevgili okuyan çok meraklısı var bu mesleğin. Ben de sırf parasını verdiği için doğru olmayacağını bildiğim bir şeye 'tamam, yaparız' demekten nefret ediyorum. 

 Velhasıl kelam parası olan, son sözü söylüyor fotoseli kullanıyor sevgili okuyan...

Cuma, Şubat 19, 2016

Cuma, Ocak 29, 2016

Küçük kara bulut

  Aniden dünyanın başıma yıkılacağını hissediyormuşum gibi birden çöküş modlarım olduğundan bahsetmiştim sana sevgili okuyan. Genel olarak mutlu olan bir insanın bir şeye çok sinir olması bünyesinde normal sinir olma katsayısından daha fazla etki bırakabiliyor. Bunun her zaman kurbanı oluyorum. Bunu da atabilmemin bir kaç yolu oluyor. Mesela yürümek, uzun uzun derin soluklar alarak yürümek.. Ya da ağlamak, oturup halin o kadar sinir bozucu olmadığına gülecek kadar ağlamak.. 

  Böyle durumlarda asla kabul etmediğim açıklamalar olduğu için başkasına anlatıp rahatlama yolunu tercih etmem. Çok katıyımdır çünkü. 'Olay kötü, moralim bozuk sen ne düşünürsen düşün asla durum iyi değil'. Aynen böyle olurum, karşımdaki insanı kırmanın alemi yoktur açıkçası. Ama bugün sinir olduğum ortamdan ne uzaklara yürüyebilirdim, ne de ortalık yerde oturup ağlayabilirdim. Ben de anlattım sevdiğim bir arkadaşım D'ye. Önce tahmin edebileceğin gibi durumun aslında o kadar da içler acısı olmadığını bana açıklamaya çalıştı. Tahmin edileceği üzere başarılı olamadı, hatta neden anlamıyor diye daha çok sinirlendim. İyi ki beni çok iyi tanıyan D, olayı unutturma ve 'kocaman sarılalım' yöntemini seçti. Evet bu da böyle durumlarda işe yarayan bir yöntem. Sıkıntım olduğu zamanlarda sevdiğim bir insanın- illa ki duygusal bir bağ olmasına gerek yok hatta düşünürsek genelde duygusal bağlı olduğum kişiler böyle zamanlarda hiç olmazlar- bana verdiği mutlu haber, güldürmeye çalışma çabası filan hızla vücudu saran bir terapi gibi olmuştur hep. Bu yüzden nerede sıkıntılı bir insan görsem saçmalamaya gayret ederim. Saçmalayarak onu güldürmeyi ne kadar istediğimi düşünsün, kendisini mutlu görmek isteyen insanların varlığıyla mutlu olsun isterim. 

  Bazen hayatımızın aslında hiç elle tutulur bir tarafı olmadığını ama bizim koskocaman bir gökyüzünde beyaz bulutları görmeyi yeğlediğimizi düşünürüm. Evet gökyüzü uçsuz bucaksızdır, bizim hayatımız gibi. İçinde hiç bir farklılık, ekstra bir güzellik yoktur ama biz beyaz bulutlara anlamlar yükler onları severiz, onlara bakarız. İçimiz kocaman boşluklarda hoşluklarla dolar. 

  Bazen de tam tersi uçsuz bucaksız bir gökyüzüne baktığımızda kara bir nokta gibi kirli bulutları görürüz, gözümüz takılır, aklımız kalır. Hiç gitmeyecekler diye düşünürüz iç çekeriz, beyaz bulutlar yoktur belki ama mavi boşluklu gökyüzü vardır. O kara bulutu gördükçe beyaz bulut eklemeye çalışırız, bu genelde olmaz daha da çok sıkılır bunalırız. 

  Bu iki anın da çözümü, kuralı, günü kurtaracak bir formülü yok. Ya da en azından ben bilmiyorum. Bir beyaz bir kara bulutlu yaşayıp gidiyorum, gidiyoruz. Sadece çok emin olduğum bir şey var. O da bir kara bulutun dağıldıktan sonra asla tekrar gelmediğidir. Ne zaman bir konuyu sıkıntı yapsam, içimde büyütsem, ağlasam, sızlansam geçtikten sonra bir daha o kadar onu düşünüp sıkılmam. Hatta bunu kendimi telkin için bile kullanmaya çalışırım:bir hafta sonra bu konuyu hatırlamayacaksın bile, sakin ol... Ama tabii yine öyle olmaz. İnsanoğlu gözünü diker, odaklanır asla kafasını çevirmez kendiliğinden gitmesini beklemez. 

  Buraya geldiğim noktaya inan ben bile bakıp gülüyorum sevgili okuyan. Gerçekten gökyüzü kara bulutları takmak için çok fazla büyük, beyaz bulutlar bize bakıp bi yeriyle gülüyor. 

Perşembe, Ocak 21, 2016

Espresso ıhhmm fevkalade

  Bir hüzün hikayesi paylaşmak istiyorum seninle sevgili okuyan. Lise hayatı boyunca Bilecik'te yaşamış, mc donalds burger king vesaire yerlere sadece büyük tatillerde -sömestr, yaz tatili gibi kesinlikle bir hafta sonu değil- gidebilmiş, izlediği filmlerde 'büyük şehir jargonlarını' kapıp onları en yakın zamanda uygulamak isteyen bir kızın hikayesi..

  Evet tabii ki bu benim :| Neyse o zaman filmlerden, kitaplardan bildiğim merak ettiğim bir şey daha var. Espresso. Kimse de normal kahve işte filan demiyor. Şey diyorlar mesela 'kahvenin daha sert halini düşün, insan kahve içtiğini anlıyor' ya da filmlerde 'bir espressoya ihtiyacım var Alex'. 

  Ben de lise sonda mıyım neyim Ankara'ya gitmiştik. Dedim ki teyzeme 'teyze ben espresso içicem nerede içebiliriz?' Kafede amk nerede olacak artık espresso neyse benim kafada. Teyzem mesela Hazan ulu orta söyleme, ben o işi halledicem tamam şşş filan diyo düşünsene. Böyle bir merakla içme isteğindeyim. Teyzem de bu durumu fark etmiş olacak ki 'Kızılay'a indiğimizde gideriz, artık bize de ısmarlarsın kıps' dedi. Ben aşırı mutluyum, bayram harçlığı filan ne varsa dökücem artık bu yola. En sonunda böyle maaile bir alışverişe çıktık. Teyzem orada bi kafe gösterdi, hadi içelim. Oturduk, ben sipariş ediyorum tabii. 'Herkese benden bir espresso' (Sanki viski diyo tipime bak, durumun saçmalığı hala beni güldürüyo) En sonunda 6-7 kişiyiz galiba Türk kahvesi fincanının yarısı kadar bardaklarda espressolar geldi. Vurgun yedim; tad aynı, fiyat pahalı ve fincan küçük. Çaktırmıyorum bir yandan shot yapılacak gibi ama ben 'ııhhmm bu da bir ayrı zevkmiş doğrusu' diye koklaya koklaya filan içiyorum.

  Tabii hesabı da ödedikten sonra o gün bugündür espresso içmişliğim yoktur. Gerek de yoktur. Lütfen bunu bir Bilecikli, bir espresso meraklısı okusundur. Bilmediğiniz her halta özenmeyin, özenecekseniz de maaile gidip özenmeyi geçirmeye kalkmayın derim.

Pazartesi, Ocak 18, 2016

Frida Kahlo, Diego'dan vazgeçme eşiğini şöyle açıklamıştır:

"kötü günümde yanımda olmadığın zaman vazgeçtim.
canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim.

bana yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim.

gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim.

her sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmediğini anladığım zaman vazgeçtim.

düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim.

ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.

sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgeçtim.

tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden “sen” olduğun için vazgeçtim.

bencil olduğun için vazgeçtim.

bunlardan sadece bir tanesi senden vazgecmem için yeterli değildi çünkü sevgim yüceydi.

ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım.

bu yüzden ben de senden vazgeçtim.

frida kahlo"

Cumartesi, Ocak 02, 2016

Community

    Sevgili okuyan tamamen tesadüf eseri bir dizinin altındaki yorumdan denk geldiğim hemencecik çok sevdiğim bir diziden bahsetmek istiyorum : COMMUNITY. Hatta bir cumartesi günü oturup (bugün oluyor) 20şer dakikalık 24 bölümden oluşan birinci sezonu bitirmiş bulunmaktayım. Eğer kafa rahat olsun, gülmelik bir dizim olsun diyorsanız başlamanızı ısrarla tavsiye edeceğim bir dizi :) 

    Birbirinden din, ırk, mezhep, düşünce vs. aklınıza ne gelirse çok farklı olan insanların arkadaşlıklarını anlatan enfeskulade bir öykü; her bölüm bağımsız olayların ikna edici bir şekilde aldığı garip durumlar aynı zamanda bir sonraki bölüm için merakınızı sürekli elinde tutan bir dizi. Bir kaç resim de paylaşıyorum aşağıya hemen bu güzelim diziye aracı olayım  sevgili okuyan. 





En çok şu sol köşede oturan -garip bakan canıms ya- Abed karakterine bayılıyorum. Big Bang Theory'deki Sheldon'ı andırıyor hep bana. Sık sık da 'Friends' göndermesi yapıyor, çok hoşuma gidiyor :)



Bu arada bölüm sonlarında çıkan Abed ve Troy'un - en soldaki tatlış o da- takılmaları her seferinde çok komik oluyor. Hatta genelde yorumlarda diziyi götüren Abed ve Troy ikilisi yazılıyor.



2012'de de en iyi komedi ödülünü alıyorlar burada da. 

Demem o ki izleyelim, izlettirelim. <3