;

Çarşamba, Ekim 31, 2012

Koruma Kuramları Notları

 Bu başlığı bizim sınıftakilerden herhangi biri görse hemen tüm yazıyı indirebilir.

 Sunum yapılırken en dikkat edilmesi gereken nokta cümleyi duraklamadan ve gereksiz bağlaçlar kullanmadan noktalayabilmektir. Kimse öyle bir duruma düşsün istemem, inan ki. İsterse sunum soba borusu hakkında olsun o 'ııı'yı, 'eaaa'yı ya da 'yani'yi, 'hani'yi kullanma be canımın içi. Ben hocanın konuşma içinde bir kelimeyi bin kere geçirmesine takılıp dersi kaçırmışlığımı bilirim. Saydım! İnsan bir kelimeyi bir paragraflık anlatım içinde 43 kere kullanabilir mi? Umuyorum ki ben takılmadan önce de sarfetmemiş olsun. Bugün derste 'eaa' kurbanıydık. Evet üzülerek belirtiyorum. 'eaa'dan yapılan sunuma odaklanamadım. Hocanın 'sorunuz var mı?' sorusuna şu cevap geçti içimde:
-Pardoon, konuşma adına özel bir ders almayı düşünüyor musun?
-Yoo, yani biz eaa kılabır eeaa ...
-Müsadenle seni vuruyorum. BAM! 

.
.
.
Onlar bizden çok farklılar.

 Koruma kuramları gibi derslerde bazı kızlar vardır. Adları genel olarak Melis olabilir. Hayır bizim sınıfta Melis yok ama Melisler var. Melisler sunum yapınca hocanın söylemediği ama hocanın mutlaka beğeneceği noktalara değinirler. Biz bilmeyiz, hangi hocaya nasıl sunum hazırlanır. Hepsine ortalama birşey hazırlarız, ortalama olarak beğenilir. Ama Melisler bilir, öyle bir sunum yapar ki 'işte olması gereken bu' der hoca. Video bulurlar konuyla ilgili ve lanet olsun çok dikkat çekicidir bu videolar, ilgiyle izlersin. Melisler sunumu bitirince hava kararır. Dışarıda bütün kargalar ötmeye başlar. Melisler'den sonra kimse sunum yapmak istemez. Bir Melisler'in yüzü aydınlıktır, gururla kimseyle göz teması kurmadan yerlerine otururlar. Melisler'in doğarken kulağına fısıldanan birşeyler olmalı, biz Melis değiliz o yüzden bilemeyiz ama Melisler bunu bilir. 
.
.
.
Sınıftaki profesyonel fotoğraf makinesi olan çocuk ve omzunda dövme olan kız

 İkisi mutlaka yan yana oturur. Bizim montla oturduğumuz günlerde dövmeli kızın omzu hep açıktır, düşük yakadır. Biz dersi dinlerken fotoğraf makineli çocuk dersteki sunumların fotoğrafını çeker gerekirse video kaydeder. 'Fazla entel çocukları öldüresim geliyor.' dedi bir arkadaşım. O sırada öldürmek istediği kocaman objektifini sunuma doğru uzatmış fotoğraf makineli çocuktu. Çocuk canla başla koruma kuramları dersini kayda alıyordu. Sunumun sessizliğinde 'cıkırt' diye deklanşör sesi duyuluyordu. Hoca, Melisler gibi sunum yapmamızı istedi. Haftaya görüşmek üzere Melisler'in sunumuna, omuzdaki dövmeye ve fotoğraf makinesine veda ettik. Sonra ders bitti. 

işaretlerim çoktur benim

 Bir tartışmaya gitmek zordur. Bile bile kötü geçireceğini bildiğin dakikalara yürürken hep sağından solundan birilerine çarparsın, oyalanacak birşeyler bulursun, gitmeyi ertelemek için bahaneler ararsın. Benim gibi su içmeye giderken bile ayağı takılınca vardır bir hayır deyip sudan vazgeçen biri için bu işaretlerin anlamı çok büyük olabiliyor.(Önemli not:çok susadıysam o suyu içerim arkadaş mübalağa sanatını konuşturuyoruz burda!) O gün de tramvayda ben ayakta dururken bir bebek, -bebek arabasını yanıma park etmişti- bacağıma vurdu 'bak bi' der gibi. Döndüm, hiç agucuk bugucuk yapacak halim yoktu gülümsedim yine önüme döndüm. Tekrar vurdu aynı anlamda, döndüm elini uzattı. 'Merak etme evren senin yanında en azından bak ben ne sevimliyim' dedi gözleriyle. Elimi tuttu. 3 durak elele geldik. Giderken yemyeşil gözlerini açtı, babası hemen arabayla indiğinden o bakışa bir anlam bulamadım, gitti. Eskart vizeletme vs gibi işlerle uğraşıyordum bir yandan da. Bir kırtasiyeye girdim, nüfus cüzdanı fotokopisi için 'başka bir isteğiniz var mı?' dediğinde adam ben Güliver'in Maceraları'na odaklanmıştım. Zambak yayın evinden basılmış, Güliver'i bağlayıp yere yatıran cücelerin resmini kapak yapmış bir kitap. 'Bir de onu alıcam' dedim. Ne alaka demi? İnan açıklayamam. Onu da aldım. Daha bir kaç saatim vardı. Üzgündüm, düşünceliydim ama aynı zamanda açtım. İzmirli'ye girdim, lavaş bide içecek söyledim.(Bundan sonra anlatacaklarım kesinlikle hayal ürünü değil, gerçi diğerleri de değildi neyse..) Kalabalık, bol kızlı bir masa vardı tam karşımda. Oraya dalmışım, lavaşı bitirdim içeceği içiyorken garson gelip daldığım yere başını soktu 'bazen insan gözünün önündekini görmez' dedi. 'Hıığ?' diye baktım adama, 'poşeti görmedim ya onu diyorum' dedi. Benim bu anımda söylenecek şey miydi İzmirli adamı? Romantik komedi sahnesi yaşattın iyi mi oldu İzmirli adamı? 'Hıı evet.' dedim. Kalktım, doktorlara gittim. Ben oturmak istediğimde illaki bir bank boş olur. Birine oturdum kulaklığımı çıkardım-daha 1 saatim vardı-. Yanıma uzun, kumral, bukleli saçlı, kulağında işitme cihazı olan çok sevimli bir kız yaklaştı, tereddütlü baktı, tereddütünü deldim, yanıma oturdu. 'pardon, nasıl görünüyorum acaba?' dedi beni dürterek. (Herkes de bugün beni bir dürtme isteği.) 'Güzel, ya ben?' dedim. ' 'Gayet güzel.' dedi. Ne biçim keyifliydi o kadar güzel görünüyor olamazdım. Heyecanı deli gibi bana çarpıyordu. Bir şekilde konuşmaya başladık. Buluşacağı kişi gecikmişti, ismini bilmediğim kız konuştukça konuşuyordu. Bende onu geçiştirmek istemiyordum o da bir işaretti tabii. Sonra deri ceketli bir çocuk uzaktan el salladı. 'Görüşürüz, kendine iyi bak pişman olacağın birşey yapma.' dedi. Gülücükler saçarak deri cekete sarıldı, deri ceketli anında komik birşey söylemiş olmalı ki kendini geri atarak güldü. O akşam pişman olacağım birşey yapmadım. Evren beni buna ikna etmişti hatta bariz iteklemişti. Dinledim, sordum, ikna oldum, gülümsedim, pişman olmadım. Güliver elimde kaldı. Maceraları devam ediyor.
 Sabah mutluluğa uyandım. Bebek benden çok önce uyandı, İzmirli adamı çalışmaya benden çok önce başladı ve bukleli kız beni çoktan unuttu. Üzgün olmak, arkasından mutluluk getiriyorken çok güzel. Bunu gidip İzmirli adamına söylicem. Poşet moşet dedi ama belli seviyor o öyle sözleri. 




                 Bukleli kızdan hemen önce bu şarkıyı dinledim. Duman konseri de ne iyiydi behh!

Pazartesi, Ekim 29, 2012

Boşver teknolojiyi canım gel mektup arkadaşı olalım

 Kısa zaman önce dil öğrenmek adına haritada çizmenin ucuna denk gelen Malta adasına gitmiştim. 2 ay boyunca ne bilgisayar ne telefon kullanmadan kendi çapımda büyük bir çılgınlık yaptım. Smsin 5bin olduğu zamanlarda orda, burda hatta dizi yorumlarında bile çarçur edip ayın sonunu getiremediğimi hatırlarım. Ama geldiğimde telefonun t9'una alışamadım, iki saatte cevap atamadığımdan 'niye cevap vermiyosun, hadi ne diyosun?' gibi ikinci mesajları alıyordum ki artık onu atlattım. 'Ondan sonra da artık telefonu az kullanır oldum' demeyi planlıyordum. Ama öyle olmadı malesef ki :/ Öyle bir 'çıt çıt' aşkı oldu ki bende olmayacak şekilde mesajlaşmayı uzatmak istiyor canım.
ben(artık mesajlaşmanın sonunda)-Kendine iyi bak canım
karşı taraf(gerçekten sonuna geldiğine inanmakta)-Sende canım
ben(mesajlaşmaya aç!)-Ayy beni de düşünürmüüş
karşı taraf- :)
ben- Tek gülücük de hep mesajlaşmayı bitirme şeysidir ha :D
karşı taraf- Aaa ne alakası var :)
ben- ne bileyim öyle olur genelde :) sana olmaz mı?
.
.
.
böyle devam eder bana kalsa sonsuza kadar. Yok canım bir yerde bende sıkılırım belki ama devam ettirirmişim gibi de sanki.
 Malta'da olduğum sürede herhangi biri bana ulaşmak için feysbuktan mesaj bırakırdı. Günde 1 kere sabah derse girmeden en fazla 1 saat içerisinde mesajları okur cevaplardım. Ama mesajlar böyle 'naber cınıms nasılsın bakalım' gibi olmazdı. Anlatır da anlatırdık karşılıklı. Bir mesaj mektup gibi bir ekran penceresini kaplayacak kadar olurdu ki sanal mektup diyeceğim buna. Hoşuma gitti öylesi. Malta'da teknolojisiz günlerimde sanal mektup benim kurtarıcımdı. Başı merhaba, günaydın vs ile başlar, günü anlatır, dünü anlatır, istekler sıralanır, karşı tarafın hali hatrı sorulur, özlemler bildirilir, sevgi dolu sonu gelirdi. Böylece uzun mesajlaşma isteğimin mesajlaşmayı sevdiğimden değil, anlatmayı(karşılıklı konuşmayı) sevdiğimden kaynaklandığını tespit ettim. Telefonları alsalar mesela hepimizden yarın. Kesin mektup yazarım ben herkese. Nasıl mutlu, nasıl huzurlu olurum. Şimdi Malta'da kalan arkadaşlarımla yine aynı uzun mesajlaşmayı kullanıyoruz. Ve uzun mesajlarıma uzuun cevaplar geliyor ya yok böyle bir mutluluk :) Bir de ben gelmeden bir arkadaşım bana mektup vermişti. 'Senin için yazdım ama şimdi okuma uçakta okuyup ağlamanı istiyorum' demişti. Tabiki havaalanında dayanamayıp okudum ama böyle süslü püslü bir kağıda yazmış, mektubun romantikliğinin getirdiği sevgi dolu laflar, kenarlarına çizilmiş şekilsiz resimler(sonradan kenarlarına ne olduğunu yazmalar) filan... Bir kere de kargo gelmişti bana. İlk defa dergi aboneliği dışında kişiye özel kargo almıştım. Paketten bomba çıksa sevinecek durumdayken ben, bir arkadaşım bir yerde beğendiğim termosu alıp göndermiş bana(bu arkadaşım bir önceki yazıda bayrak birinciliğini beğenen kız, ne tatlı kızdır). Gözlerim dolmadı ama dolsa şaşırmazdım. Nasıl teşekkür etsem azdı da abartıp kızı korkutmak istemedim.
 Klasikliğim paçalarımdan akıyor belki. Ama hala mektup sevenler var bence. Mektup atın bana be, böyle kenar süslü hı? Olmaz mı? Olur oluur.

Bir bayram klasiği olarak: bayrak birinciliği

 Kardeşimle özel günlerde, bayramlarda televizyon kanallarının köşesinde bayraklar olduğunu farkedişimiz bizi 'bayrak birinciliği' yarışmalarını düzenlemeye sevk etmişti. Yılı tam olarak bilemiyorum tabi benim yaratıcılığım had safhada, kardeşiminde yeni konuşabildiği yıllarda olsa gerek. 'Bu bayrak mı güzel yoksa bu bayrak mı' diye bir kanald'yi bir showtv'yi açmış olmalıyım. Kardeşim yeni bir oyunun heyecanıyla birini seçmiş, bende muhtemelen onun dediğine yakın birşeyler söylemiş olmalıyım. Sonra startv, trt, kral... sıkılana ve bayraklar benzerleşene kadar sürmüş olmalı bu oyun. Tahmin ettiğin gibi tabi büyüyünce kalmadı ah eski bayramlaar demeyeceğim. Çünkü hala yapıyoruz. Ben üniversiteye başlayınca bile aksamadı. Hatırlıyorum bir bayramda (23 nisan olabilir) ben liseden arkadaşlarımın yanına gitmiştim. Ve sabahtan akşama kadar gezdiğimiz için vakit bulamamıştım aramaya, gece 12 olmadan hızlıca telefonda bayrak birincisini seçmiştik. Oradaki bir arkadaşım 'ne güzel yaa' demişti yıllar önce başlayan oyunumuza. Gülümsemiştim nazikçe-yeni tanışıyorduk onunla- içimden heralde yani kızımm ne sandın demiştim. Küçüklükten beri oyun içerisinde geçiyordu hayatımız. Kardeşim ve ben hiçbir zaman 'zalim kaderin sürüklenicileri'nden olmadık. Her evde bulunan sonradan elektrikle ilgili olduğunu öğrendiğimiz duvardaki kapaklar bizim kameralarımızdı mesela. Özgüvene bakar mısın ya? Hayatımız dizi işte. Bizi çekiyolar. Ayıp olmasın diye banyo ve tuvalette yok tabi. Herşey sonuna kadar mantıklı. Truman Show'u biz bulmuştukk! Artık bu kadar çok şey söylemişken filmlerdeki bayılma ve vurulup-ölme sahnelerine çalıştığımızı da itiraf etmeliyim. Kardeşim de ben de birinci sınıf dublörüz haberiniz yook.
 Konudan çok fazla uzaklaşmadan bayrak birinciliğine dönmek istiyorum. Bizim oyun fikri yaratıcı ama belki dikkat etmişsindir, kanalların bayrakları hiç yaratıcı değildir. Her sene tacı; aynı dalgalı, üzerinde Atatürk olan bayrak kazanır. Kanallar değişir. Haberleri bile olmaz ama o bayramın birincisi seçilirler bizim evde. Televizyon kanalları bizim jüriliğimizde yarışır, o
nlar şereflenir, biz mutlu oluruz. Bayramlar öyle ya da böyle hep güzeldir. 

Cumartesi, Ekim 27, 2012

Öhöm öhömm

 Bugün mavi-bordo-beyaz bilekliğimin ilk günü olması şerefine blog alemlerine dalış yapmış bulunmaktayım. Aslında bu bir sebep oldu da diyebiliriz. Hikayemiz benim 'feysbuk' hesabımı uzun uzun tespitler, hikayelerle doldurmaya başlamama kadar dayanır. Kardeşim, kuzenim, okuldan bazıları, lise arkadaşlarım-ki zamanla hayatımdaki büyük varlıklarını anlayacaksın-, en son olarak da ingilizce kursundan arkadaşım 'kesin al, sen çok seversin' deyince bir bakalım nasılmış dedim. Önce isim bulmak gerekti ki benim Pucca'dan neyim eksik diyerek hemen ismimi gizlemeli ama ismimle de Da Vinci şifresi kurduracak kadar alakalı olan bir şeyler düşündüm. Haliyle beni tanıyanların alışkın oldukları 'sonbahardemek' oldu. Sekmenin başında yazan 'hüzün değil sonbahar demek' ise bu bayramın konusu. 'Kızımızın ismi güzel değil ama kendisi güzel biz onu öyle seviyoruz' dedi halam. 'Öh be hala!' dedim içimden. Bu içim dışıma yansıdı ki kadın 'hüzün demek ya ondan maşallah bizimki şen şakraktı küçükken bile..' hıı dedim problem halamın patavatsızlığı değil, problem halamın sözlük bilgisindeydi. Gerçi ismimin hüzün ile bağdaştırıldığı şiirler, yazılar vs.ler olduğu doğruydu. İşte sonuç olarak o sekmenin adı da 'hüzün değil sonbahar demek' oldu. Ben sadece mevsim ismi olanı tercih ediyorum halacım. Arka fonu belirlememin böyle küçüklüğüme dayanan bir anısı yok. Yakında değişebilir bile ama snoopy'yi hep severim.
  Şimdilik deneme-görme, eğlenirsem birilerine söyleme evremde olduğumdan bu sayfada sen ve ben yalnızız sevgili snoopy. O yüzden hoş göreceksin beni kayıtsız seveceksin snoopy.*

*Dil bilgisine uymayan kelimeyi düzelten google chrome'un, Snoppy yazınca beni uyarıp Snoopy'i canı gönülden kabul etmesi.